Hazım Sağıye
TT

Askeri açıdan tarafsızlaştırılmış bir Lübnan ve Lübnanlılar arasında gerekli açık konuşma

Lübnanlılar belki de 1982'deki İsrail işgali ve Hizbullah’ın silahlı bir örgüt olarak ortaya çıkışıyla açılan sayfayı çeviriyorlardı.

Gerçek şu ki, bu dönem (42 yıl), bahsi geçen sürenin iki katından daha az olan kısa bağımsızlık döneminde Lübnan anavatanına yönelik en şiddetli varoluşsal tehdidi oluşturdu. Ama Lübnanlılar, acılarının Hizbullah ile başladığını ve Hizbullah sayfasını çevirmenin, siyasi varlıklarının anlamı ve doğası hakkındaki anlaşmazlıklarının nedenlerini sona erdireceğini söyleyerek kendilerini kandırıyorlar. Köken ve rol olarak Hizbullah’a umutsuz halimizin kurucusu değil doruk noktası olarak bakarsak daha doğru yapmış oluruz.

Bilindiği gibi Lübnanlılar, 1958 yılında Nasırcılığın yükselişiyle şiddetli bir çatışmaya şahit oldular. Daha sonra 1975'te Filistin direnişiyle ilgili daha şiddetli bir çatışma patlak verdi. Bu ikisi, Hizbullah'tan ve onun varlığından kaynaklanan ve İsrail'in sürprizlerle dolu “sınırlı” kara operasyonuyla tamamlanabilecek trajediden önce yaşandı.

Ancak bu üç deneyimin ortak paydası, Lübnan'ı, kararları halkının kendi çıkarlarına dair değerlendirmelerinden doğan bir ülke olarak görmeyi reddederek, kendisini aşan, İsrail ve Batı ile çatışmanın ritmine uygun hareket eden bir çatışma arenası olarak görmeleridir. Arena teorisinin savunucuları her zaman Lübnan devletini-ulusunu reddeden iki akımın buluşmasını ifade etmişlerdir. Bunların ilki, anavatanı ve devleti aşan emperyal bir akımdır. İkincisi ulus-devletten daha az ve aşağı düzeyde olan sivil ve mezhepçi akımdır.

Acıyı daha da acı hale getiren ve aynı zamanda maskesini düşüren husus, bu teorinin ülkeyi bariz bir sinestetik şekilde kullanmak konusunda masum olmamasıydı. Bilhassa Golan Cephesi'ni iyice kapatan Hafız Esed ile birlikte silahlı Lübnan, Suriye rejiminin çelişkilerini emen kanlı bir süngere dönüştü. Daha sonra İran Humeyni rejimiyle birlikte Hizbullah, bu teoriye demir pençeler kazandırdı. İçinde taşıdığı egemenlik ihlalleri ve sınırların karıştırılması ile birlikte bu gaspın son bölümlerindeyse, son haftalarda çevreden bize “destek” vermek isteyen konvoylarla tehdit edildik (bunlar ve onlar gibiler daha önce Suriye halkına da kendilerine yönelik “komplolara” karşı “destek vermişlerdi”).

Devlet geleneği açısından kuşkusuz en eski Arap ülkesi olan Mısır, Lübnanlıların üzerinde düşünmesi gereken bir örnek sunmaktadır. 1978-1979'dan bu yana Camp David Anlaşmalarına ve bunun sonucunda ortaya çıkan politikalara karşı çıkan Mısırlılar var. Ancak, anlaşmanın iptaline savaşa dönüş eşlik etse de, bu anlaşmanın iptalini talep eden belirgin bir Mısırlı ses yok. Elbette, anlaşmayı iptal etmek için bir iç savaş başlatmaya hazır hiçbir Mısırlı güç de yok.

Aynı anlamda istikrarlı bir Lübnan, Filistin halkına ve onun devlet hakkına desteğini, İsrail'in politika ve eğilimlerine yönelik eleştirisini sürdürebilir ve Filistinlilere mümkün olan her türlü siyasi, diplomatik ve medya desteğini sağlayabilir. Ancak Filistin davası uğruna ya da “ulusal kurtuluş” olarak tanımlanacak herhangi bir dava uğruna ülkeyi defalarca savaşa ya da çatışmaya sokmak birçok kişinin gözünde suçtur. Kitapların ve belgelerin iddia ettiğinin aksine Lübnanlıların deneyimi, ülkeleri en çok bölen şeyin “ulusal kurtuluş” kategorisine giren şeyler olduğunu söylüyor. Lübnan’ın Arapçı olduğu bahanesine gelince, bu artık çok zayıflamış bir bahane olmasının yanı sıra bahane olarak kullanılan Arapçılığın kendisi 1980'lerden itibaren terk edilmiş ve modası geçmiştir. Bugün Arap ülkelerine, hatta “Arap kitlelerine” bakan herkes, savaşa özlem duyanların yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir tür olduğunu fark edecektir. Tüm bunlardan daha az tutarlı mantıksa, Hizbullah'ın bazı düşmanlarının İsrail'e “direnmediğini” söyleyerek kendisini kınamasıdır. Oysa asıl büyük felaket, Lübnanlıların çoğunluğunun istek ve çıkarlarına aykırı olarak İsrail'e direnmesidir. Dolayısıyla Lübnan'ın felaketi, direniş yöntemi ya da direnmek için kullanılan araç değil, siyasi ve diplomatik araçları kullanmaktan kaçınmanın gölgesinde direnişin kendisidir. Vietnam ve Cezayir'den tembelce yapılan alıntılar bu yıllanmaya sadece daha fazla pas kazandırmaya yaramaktadır.

Dolayısıyla savaş halinden ya da hallerinden kurtuluş, ancak şunlar gerçekleştiğinde tamamlanır ve nihai hale gelir. Birincisi, arena teorisinden kurtulmak. İkincisi, harici çatışmalarda askeri olarak tarafsızlaştırılması ve böylece siyaseti, egemenliği, karar alma ve savaş araçları seçilmiş kurumlara sahip bir devlete geri verilmesi gereken bir anavatan gerçeğini kabul etmek. Bütün dini grupları ile Lübnanlıların bu konuyu açıkça konuşmaları gerekir ki, ister uzun ister kısa bir süre sonra, kendilerini aynı soruyla ve aynı trajediyle karşı karşıya bulmasınlar.

Mevcut savaş üçüncü kez uzlaşmaz iki vatanseverliğin olduğunu ortaya çıkardı. Bunların ilki belirli bir vatana bağlı, diğerinin vatanı ise bir dava ya da bir düşmana karşı savaşmak. Tecrübelerin henüz kuruluş ve kuruluşu reddetme aşamasında olduğunu söylediği bir anavatan için yapay bir birlik ile bu iki vatanseverliğin ve anlaşmazlıklarının bastırılmaması daha sağlıklıdır. Eğer anlaşmaları imkansız ise de o zaman Lübnan'ın sonunun deklare edilmesi, yıkıcı, sıkıcı, umutsuz ve dış kullanım için işlevsel hale gelen başlıklar  için defalarca kan dökmekten vazgeçilmesi daha iyidir. Kim kendisine özel bir toprak parçası üzerinde direnmek isterse, bunu yapmaya ve şehitlik ile Kudüs’ü kurtarma yolunda mutlu bir şekilde yükselmeye hakkı vardır. Kim de bunu istemez ve burada bizimle kalmaya, daha iyi bir dünyada daha iyi bir ülkenin inşasına katkıda bulunmaya karar verirse, onun da buna hakkı vardır.