Hazım Sağıye
TT

Uzayan 13 Nisan 1975

Tarih kitaplarında biri, kısa bir süreliğine de olsa, diğerinin önünü kesse bile sık sık iki tarih okuruz. Öncelikle Hannibal ve İskender'in fetihleri, Babil Sürgünü, sonra Yüz Yıl Savaşları, Napolyon Savaşları, Amerikan İç Savaşı ve iki dünya savaşı kalibresinde olaylarla dolu savaşlar tarihi vardır.

İkincisi, sanayide, mesleklerde, kurumlarda ve ulaşımda hem maddi hem de manevi başarılar tarihidir. Özellikle ikincisi, en fazla savaşın karşıtı konumunda yer alan şeydir, çünkü savaşın yaptıklarının tam aksini bağlamakta, birleştirmekte ve tanımlamaktadır. Bu kategoride zamanlar taş, bronz ve buhar diye tanımlanır ve ABD'nin keşfinden, matbaa, tarım, çiftçilik ve sanayinin icadından, Süveyş ve Panama kanallarının inşasından, demiryolları ve yolların inşa edilmesinden söz edilir.

Bu elbette iki tarih olduğu anlamına gelmiyor, zira örneğin Napolyon savaşları olmasaydı milliyetçilik ortaya çıkmazdı. Amerikan İç Savaşı olmasaydı köleler özgürleştirilemezdi. Bu iki küçük, birbirinden ayrı ve çelişkili tarihlerden her biri, içinde büyük ve kapsamlı bir tarihin tohumlarını taşırlar, böylece bir noktada iki tarih birleşerek tek bir tarih haline gelir.

Bugün savaşının 50’inci yıl dönümünü anan Lübnan'a gelince, bu anlatı çok az geçerlidir.

Resmi olarak 13 Nisan 1975'te başlayan savaş, bağlayıcı kronolojik sınıflandırmaya başkaldırıyor. Karşı çıkanlar, savaşın başlangıcını 1969'da yaşanan ve devletin toprakları üzerindeki egemenliğini sarsan Kahire Anlaşması ile sonuçlanan çatışmalara kadar götürebilirler. Yahut iki yıl sonraki resmi kardeşi ile kıyaslandığında minyatürü sayılan küçük bir savaşın yaşandığı 1973'ü başlangıç olarak görenler de olabilir. Bağımsızlıktan sadece 15 yıl sonra, 1958 yılı gibi daha eski tarihlerdense bahsetmiyoruz bile.

Başlangıç tarihi için geçerli olan bu akışkanlık bitiş tarihi için de geçerli. Resmi anlatıya göre, Taif Anlaşması'nın imzalandığı 1989 yılı savaşın bitiş tarihidir. Ancak karşı çıkmak isteyenler, en azından 2005 yılına kadar yüzeysel olarak barışı sağlamada açık bir başarı elde eden söz konusu anlaşmanın, çatışmanın köklü nedenlerini ele almadığı için, savaşın yüzeyin altında kaynamaya devam ettiğini söyleyebilirler. 1989-2005 yılları arasındaki başarısı bile Suriye vesayeti tarafından korunuyordu; bu durum daha sonraki gelişmelerin de doğruladığı gibi, ertelenmiş bir savaşın nedenlerine gebeydi. Böylece altmışlı yılların ilk yarısındaki müthiş Şahap başarısının aynı on yılın ikinci yarısındaki çöküşe yol açması deneyimi daha büyük ve daha yıkıcı bir biçimde tekrarlandı.

Bu nedenle modern ve kısa tarihimizin, uzun veya kısa ateşkeslerle kesintiye uğrayan bir savaşlar tarihi olduğunu söylemek abartı olmaz.

Bugün Lübnan savaşının/savaşlarının sonunun, uzak nedenleri bir yana, yakın nedenleri de uzun bir çözüm bekleyişi sürecinde olduğu sürece, hâlâ açık bir soru olarak kaldığına inananların sayısı az değil. Bir şeyin başlangıcını ve sonunu bilmemenin sanki zamanı olmayan bir öz, açıklaması olmayan ve dolayısıyla çözümü olmayan bir sorunmuş gibi, ona gizemli, belki de efsanevi bir boyut kazandırdığını biliyoruz.

Yine akışkan bir geçmişe sahip bölgedeki savaşlar ile savaşlarının bağlantılı olması Lübnan'daki hüzün ve acı kaynaklarını şiddetlendiriyor. Başlangıcının veya birden fazla başlangıcının belirlenmesini bazı kuşkular kuşatırken, bir sonunun olduğu ile ilgili kuşku daha büyük.

Daha da kötüsü, Lübnan savaşlarının savaşın kendisinden başka hiçbir şeyin zeminini hazırlamamasıdır. Burada ekonomide, eğitimde, sağlıkta, insanların hayatlarında ve ölümlerinde yaşanan ve yaşanmaya devam eden felaketleri saymamıza, ya da ayaklarımızın altındaki zeminin kaymasına neden olan “işgal, direniş, kurtuluş, işgal” sendromunu anlatmaya gerek yok. Petrol aramak gibi geleceğe ait meseleler ya da tarih kitabı yazma gibi geçmişe ait meseleler gündeme geldiğinde, bir an için askeri olmayan bir faaliyet gibi görünen bir şeyin bile savaşın iştahı tarafından nasıl yutulduğu açıkça ortaya çıkıyor. İletişimin kopması ve araçlarının dağılması, onun kasvetli ifadesinde yoğun bir sembolik yük barındırmaya devam etti. Resmi savaş, yolcularını bir bölgeden diğerine güvenli bir şekilde taşıması gereken bir “otobüs” ve siperleri buluşma yerine dönüştüren “sınır hatları”nın  belirmesi ile başladı. Çatışmalar başlayınca yollar “geçilebilir ve güvenli” ve “güvenli olmayan” yollar olarak ikiye ayrıldı. Demiryollarınınsa  savaş başlamadan kısa bir süre önce faaliyetinin durduğu biliniyor. Daha sonra Beyrut Limanı da kontrolden çıkan savaşın kurbanı oldu. Öte yandan Havalimanı, uzun yıllardır, daha tam sönmeden yeniden alevlenen bir savaşın konusu haline geldi.

Askeri olmayan tarihse sanki sadece gurbette yaşanıyordu, ya da sanki gurbet bunun için tek uygun yer haline gelmiş gibiydi. Lübnanlılar orada, ulusal bir birlik, yani bir halk ve millet olmadan, teoride birleştirici olan, pratikte ise savaşın içimizdeki sivil üzerindeki mutlak zaferinden başka bir şey ifade etmeyen bağlardan kurtulmuş bireyler olarak ilerleyebiliyorlardı.

Etrafımızı saran ve kuşatan bu savaş, meşru olmayan silaha el konulmasının tartışmasız bir zorunluluk olduğunu, ancak bunun uzayan 13 Nisan’ı sona erdirmek için yeterli olmadığını söylüyor.