Bekir Uveyda
TT

Netanyahu'nun savaşı öncesi ve sonrası Oslo

Beş kıtada ve farklı dillerde yazılar yazanlar ve haber analistleri, yorucu görüşmelerin ardından varılan bir anlaşmayı “ölü doğmuş” diyerek aceleyle yargılamak gibi kesin yargılarda bulunma eğilimindedir. İki taraf arasında Norveç'in başkentinde gerçekleşen müzakerelerin meyvesi olması nedeniyle “Oslo Anlaşması” olarak bilinen, gelecek cumartesi günü 32. yıldönümüne girecek olan ve Beyaz Saray bahçesinde imzalanan Filistin-İsrail anlaşması da bu tür bir yargılamaya maruz kaldı. Aynı şekilde, herhangi bir olayı veya gelişmeyi hemen reddeden tutum benimsenerek, daha sonra tamamen gereksiz olabilecek bir öfkeyi serbest bırakmadan önce, biraz bekleyip konuyu bir düşünme bilgeliği göz ardı edilerek, yukarıda bahsettiğimiz şekilde tanımlanmıştır.

Bu söylediklerimiz, Oslo Anlaşması'nın itirazı hak eden herhangi bir kusurdan arınmış olduğu anlamına gelmez. Hayır, tam aksine, kendisinden her bahsedildiğinde akla gelecek ilk kusur, Başkan Yaser Arafat'ın, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından müzakereler için resmen yetkilendirilen ve Madrid Konferansı (1991) sonrası kurulan Dr. Haydar Abdulşafi başkanlığındaki heyeti devre dışı bırakma riskini almayı kabul etmesidir. Ayrıca, o dönemde İsrail hükümetini, varılan her maddeyi derhal uygulama taahhüdünü garanti altına alacak koşullara bağlamadan, gizlice İsrail ile müzakere etme riskini de göze almıştır. Ancak bu kusur, tarihsel ciddiyetine rağmen, anlaşma hakkında kesin bir yargıya varılmasını ve “ölü doğmuş” sayılmasını haklı çıkarmaz. O dönemde, -İsrail tarafında İzak Rabin ve Şimon Peres, Filistin tarafında ise Yaser Arafat ve Mahmud Abbas gibi seçkin liderler tarafından temsil edilen- anlaşmanın taraflarına maddeleri teker teker uygulayarak iyi niyetlerini gösterme fırsatı vermek daha doğru olurdu.

Oslo Anlaşma'sına verilecek en doğru tepkinin verilmediği aşikar. İmza anından itibaren, her iki tarafta anlaşmayı reddeden akımın liderleri, kitleleri anlaşmaya karşı harekete geçirmek için güçlerini seferber ettiler. Hatta bazıları, salt itirazların ötesine geçerek anlaşmanın iptali için açıkça çağrıda bulundu. İmzadan sekiz gün sonra, Gazze Şeridi, avukat Muhammed Haşim Hayreddin Ebu Şaban suikastına sahne oldu. Öldürülme kararının, Fetih hareketi içinde anlaşmayı destekleyenler ve karşı çıkanlar arasında yaşanan bir çekişmeyle ilgili olduğu söylentileri dolaştı. İsrail tarafında da, İzak Rabin'in aşırı görüşlü Yigal Amir tarafından gerçekleştirilen bir suikast ile (4 Kasım 1995) öldürülmesi sürpriz olmadı. Anlaşmaya karşı bu şiddetli direniş, hem Filistin hem de İsrail taraflarında geniş halk kitlelerinin anlaşmayı rahatlama duygusuyla karşıladığı ve üzerine inşa edilebilecek sürdürülebilir bir barışın temel taşı olacağı umudunu taşıdığı bir dönemde gerçekleşti.

Ancak bu, çeşitli kesimlerden İsrailli politikacıların sürekli manevraları nedeniyle gerçekleşmedi. Binyamin Netanyahu'nun, görünüşte Aksa Tufanı’na yanıt olarak Gazze'de yürüttüğü acımasız savaş, Oslo Anlaşması'nın kalıntılarını tamamen yok edip toza mı çevirdi? Hayır, Netanyahu'nun Gazze'deki suçları, iki devletli çözümün de öldüğünü kabul etmemiz gerektiği anlamına gelmemeli. Mantık, bunun mümkün olan tek çözüm olduğunu ve aslında başka bir çözüm olmadığını söylüyor.