Uzun zamandır bir araya gelmemiştik, beş kişi öğle yemeğinde bir araya geldik. Arkadaş, yol arkadaşı, hatta meslektaş olarak tanımlanabilirdik. Hepimiz genç bir ruha sahiptik ve yaşlarımız da birbirine yakındı. Masaya oturduğumuzda, garson paltolarımızı asmak için değil, dördümüzün dayandığı bastonları almaya geldi.
Genel sağlık durumumuzla ilgili sorular sorduk ve cevaplar benzerdi. Durumumuz sorulduğunda, hep birlikte başımızı salladık. Bu tür sorular artık Lübnan'da, tek gelişen meslek olan nörologlara soruluyor. Geri kalanlar işsizlik, eski güzel günlerin anıları ve geç saatlere kadar süren geceler…
Karanlık ve kasvet ortamı kaplarken, içimizden biri ceketinin cebinden kağıtlarla dolu deri bir cüzdan çıkardı ve bize gösterdi. Kırmızı mürekkeple yapılmış çocukça çizimler. Örgülü saçlı, gülen bir kız çocuğu. Bu harika sanat eseri nedir Arap kardeşim? Da Vinci mi, Picasso mu? Sırrı açıklamadan önce bir fatih gibi gülümsedi: İkisi de değil dostum, bunlar torunumun çizdiği son resimler. Bunun ardından dördümüz de ceketlerimizin ceplerine uzanıp bir resim veya fotoğraf çıkardık.
Mütevazı davranarak gençlere torunum Ziya'nın mutfak sandalyelerine boya ile karalamalar yaptığı bir fotoğrafını gösterdim. Bir diğeri gururla, torununun mutlu bir şekilde gözlerini oyup çıkarmaya çalıştığı, büyükannesinin gülerek bu eylemi teşvik ettiği bir fotoğrafı gösterdi.
Restoran Lübnan restoranıydı. Beşimiz, popüler yemekleriyle ünlü olduğu için orada buluşurduk: kelle paça, işkembe, beyin... Garson bize menüyü samimi ve içten bir şekilde okudu. Bekledi. Biz de birbirimize bakarak düşünüyormuş gibi yaptık. Sonunda, bir sipariş üzerinde anlaştık: mercimek çorbası ve tatlı olarak nar suyu.