Necib Sab
Arap Çevre ve Kalkınma Forumu (AFD) Genel Sekreteri ve “Çevre ve Kalkınma” dergisinin editörü
TT

Halkla ilişkiler, karayı aklamak için değil, yeşili teşvik etmek içindir

 

Dört aydan kısa bir süre sonra Dubai’nin ev sahipliği yapacağı Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği 28. Taraflar Konferansı (COP28) yaklaştıkça, halkla ilişkiler şirketleri özel sektör ve kamu sektöründen müşterilerine hizmetlerini sunmak için hızlanıyor. Zirvenin Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) yapılması fırsatını değerlendirerek yerel ve uluslararası kuruluşlarla yeni sözleşmeler kazanmaya yönelik bu meşru girişimlerin birden fazla açıklaması var. Halkla ilişkiler şirketlerinin amacı, müşterilerinin olumlu yönlerini vurgulamak, başarılarını, ürünlerini ve işlerini tanıtmak ve rakipler ve eleştirmenler tarafından haksız kampanyalara maruz kaldıklarında onları savunmaktır. Ancak tehlike, halkla ilişkiler şirketlerini yalanları yaymak, hataları halının altına süpürmek ve hesap verebilirliği engellemek için bir araç olarak kullanmakta yatmaktadır.

Yaklaşık 40 yıl önce halkla ilişkiler şirketlerinin Akdeniz havzası ülkelerindeki üreticileri zeytinyağının faydalarını tanıtmaya teşvik etme kampanyaları olmasaydı, bu ürün dünya çapında süpermarket raflarına ve tüketici sofralarına ulaşamaz ve sağlıklı bir alternatif olarak sunulamazdı. Halkla ilişkilerin kampanyaları olmasaydı, tüketiciler ticari reklamdan daha fazlasına ihtiyaç duyan pek çok faydalı yeniliği bilemezdi. Bununla birlikte, bu kampanyalar sadece ticari şirketlerin ürünlerinin tanıtımıyla sınırlı kalmamış, daha çok devletlerin ve kamu ve özel kuruluşların politikalarının tanıtılmasının yanı sıra üst düzey pozisyonlara gelmek isteyen kişilerin reklamlarının da yapıldığı kampanyalar haline gelmiştir.

Kurumsal sosyal sorumluluğun ve çevreyi koruyup iklim çalışmaları yapma taahhüdünün gerekliliklerinin özel sektörün görevlerinin önemli bir parçası ve hükümet programlarının zorunlu bir maddesi haline gelmesi, halkla ilişkiler şirketlerinin sunduğu hizmetlere yeni bir unsur eklemiş oldu. Bu şirketlerin profesyonel çalışmaları olmasaydı, örneğin birçok özel sektör şirketinin ciddi çevresel ve sosyal taahhütlerini ve bazılarının yenilenebilir enerji, ekoturizm ve çevrenin korunmasına ilişkin gerekliliklerle uyumlu altyapı hizmetleri alanlarındaki liderliğini kamuoyu bilemezdi. Suudi Arabistan merkezli ACWA Power şirketinin dünya genelindeki başarılı yenilenebilir enerji projelerinin tanıtılması ve Abu Dabi Gelecek Enerji Şirketi’nin (Masdar) programlarının duyurulması, diğer şirketleri sürdürülebilir yatırımlara yönlendiren faktörlerden biri oldu. Ayrıca, Arap hükümetlerinin ve ticari bankaların sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşılmasını destekleyen projeleri finanse etmek için ‘yeşil tahviller’ ihraç etmelerinin ve ‘Suudi Arabistan Vizyon 2030’ gibi iddialı ulusal programları başlatmalarının teşvik edilmesi, diğer hükümetleri tecrübelerini aktarmaya teşvik etti. Ne var ki, tablo her zaman toz pembe olmuyor. Çoğu durumda şirketler, hatalarını örtbas etmek ve kara sayfalarını beyazlatmak için halkla ilişkiler kampanyalarına büyük bütçeler ayırıyorlar. Böylece karbon emisyonlarının ve zehirli atıklarının zararını az gösterip ürünlerinin ve faaliyetlerinin istihdam ve finansal getiri yaratma konusundaki faydalarını abartıyorlar. Aynı zamanda, orada burada yerel derneklere ve hayır kurumlarına yapılan bağışları ve toplumsal koruma ve çevresel destek programlarına ayrılan sabit bütçeleri birbirine karıştırıyorlar. Bunun yanı sıra, bazı halkla ilişkiler kampanyaları, arsızlık olarak nitelendirilebilecek bir noktaya ulaşıyor. Örneğin, bir fabrikadan çıkan zehirli emisyonları güzel ve ferahlatıcı bir nektar olarak lanse etmeye çalışıyorlar veya doğayı ve kaynakları yok ederek turistik, endüstriyel veya ticari projeler inşa etmeye çalışıyorlar. Bunları toplumsal hizmet ve kalkınma için ödemesi gereken küçük bir bedel olarak gösteriyorlar. Ayrıca, kalkınma, çevreyi koruma ve insanların çıkarları arasındaki dengenin sağlanması için mümkün olan alternatifleri görmezden geliyorlar; çünkü yatırımcılar ve sponsorları için daha fazla gayrimeşru kâr elde etmek istiyorlar. Yıkıcı ve çirkin faaliyetleri örtbas etmek için halkla ilişkiler kampanyalarına harcanan para, avantajları ve faydaları çoğu durumda kendini belli eden iyi faaliyetlere teşvik etmeye yönelik kampanyalara harcanandan çok daha fazladır.

Çevre ve iklime karşı yıkıcı faaliyetlerin, kara para aklama gibi yeşil aklama (green-washing) yöntemiyle gizlenmesi, artık hesapsız bir şekilde gerçekleştirilebilecek kolay bir şey değil. Birçok ülke, bu tür faaliyetleri sınırlamak için yasalar çıkarmıştır. Bu da söz konusu faaliyetlerden zarar görenlere ve çevre savunucularına, çevre adaleti kavramı çerçevesinde, yasaları ihlal edenlere ve bu faaliyetlerini gizleyenlere karşı dava açma fırsatı sağlamıştır. Bu davalar, yanıltıcı bilgiler ve sahte haberlerin yayılmasını da kapsamaktadır. Son iki yıl içinde, çevre savunucuları, yeşil aklama suçlamasıyla dünyanın dört bir yanındaki şirketlere 53 dava açmışlardır. Bunlar, özellikle, şirketlerin faaliyetleri sonucunda yayılan emisyonlara dair sahte raporlar hazırlamaları veya verdikleri çevresel taahhütleri yerine getirmemeleri gibi suçlamaları kapsamaktadır. Son 20 yılda, çoğunluğu ABD’de olmak üzere, yaklaşık 2 bin 500 çevresel ihlal davası açılmıştır. Oregon eyaleti, yakıt sektöründeki şirketlere karşı son zamanlarda dava açarak, iklim değişikliğine sebep oldukları gerekçesiyle 50 milyar doların üzerinde tazminat talep etti. Ayrıca, bir İngiliz hayır kurumu, Shell şirketinden hisse satın alarak, çevresel önlemlerinin yetersiz olduğu ve raporlarının doğru olmayıp hissedarları kandırdığı gerekçesiyle, hissedar sıfatıyla şirkete dava açtı. Paris ve New York, dünya genelindeki diğer belediye meclislerine katılarak, Total enerji şirketine karşı çevresel konulara yeterli özeni göstermediği gerekçesiyle dava açtı.

Mahkemelerde yıllarca görülecek ve çoğu düşecek olan bu hukuki davaların sonucu ne olursa olsun, kesin olan şu ki, bunlar özel sektörün çevre ve iklim hususlarına olan bağlılığını izlemeye yeni bir soluk getirdi. Yakın bir zamanda Londra Ekonomi ve Siyaset Bilimi Okulu tarafından yapılan bir araştırma, çevre ve iklim davalarına maruz kalan şirketlerin hisselerinin, sonuçlara bakılmaksızın yaklaşık yüzde yarım oranında düştüğünü gösterdi. Ancak bu durum, çevreyi savunma gerekçesiyle dava açanlara da daha büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Suçlamalarda bulunmadan ve mahkemelere başvurmadan önce bilgileri doğrulamaları gerekiyor.

Çevre ile ilgili davaların okları sadece özel sektör firmalarıyla sınırlı kalmayıp devletlere kadar ulaşıyor. Bu yıl, vatandaşların ve çevre örgütlerinin ‘çevre ve iklim önlemlerini ihmal ederek insan haklarını ihlal ettiği’ gerekçesiyle 30’dan fazla ülkeye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) dava açması dikkatleri çekiyor.

Dubai’deki İklim Zirvesi’nin eşiğinde, özel sektör ve kamu sektörünün halkla ilişkiler şirketlerini kötü ve yıkıcı uygulamaları örtbas etmek için değil, pek çok başarıyı, doğru politikayı ve kazanımı tanıtmak için kullanmasını temenni ediyoruz.

* Arap Çevre ve Kalkınma Forumu (AFD) Genel Sekreteri ve ‘Çevre ve Kalkınma’ dergisinin Genel Yayın Yönetmeni