Jean Baudrillard, ismi felsefi bir çalışma ve analiz olarak olaylarla ilişkilendirilen kavgacı bir Fransız filozoftur. Burada onun yeni analizler ve modern teorilerle dolu ürünlerini ve mirasını gözden geçirmeye çalışacağız. Post modern filozofların ileri gelen isimlerinden biri olan Baudrillard, 1929 yılında Fransa’da doğmuş, Fransız bir filozoftur. Sorbonne’da Almanca okudu ve lisede Almanca öğretmenliği yaptı. Mütercim ve eleştirmen olarak çalıştıktan sonra felsefe ve sosyoloji çalışmalarına devam etti.
Felsefe ve sosyoloji alanlarında elliden fazla kitap kaleme aldı. Bu eserlerden birkaçı şunlar:
‘Tüketim Toplumu’, ‘Mitler ve Yapılar’, ‘Üretimin Aynası’, ‘Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm’, ‘Foucault’yu Unutmak’, ‘Baştan Çıkarma Üzerine’, ‘Simülakrlar ve Simülasyon’, ‘Sessiz Yığınların Gölgesinde’, ‘Çaresiz Stratejiler’, ‘Amerika’, ‘Cool Anılar’, ‘İletişim Coşkusu’, ‘Kötülüğün Şeffaflığı’, ‘Sonun Yanılgısı’, ‘Mükemmel Suç’, ‘İmkânsız Takas’, ‘Anahtar Sözcükler’, ‘Mimarinin Tekil Unsurları’ ve ‘Sanat Komplosu.’
Baudrillard hem teorileri hem de tutumları bakımından ilgi çekici bir isim. Onun felsefeye belki de en önemli katkısı, hipergerçeklik tezidir. Ahmed el-Mağribi, bu konuda şöyle diyor:
“Hipergerçeklik, onun felsefi olarak sunduğu en önemli şeydir. 1980’li yıllarda şekillenen bu tez, Baudrillard’ın postmodernizm akımındaki serüvenine işaret eder.”
Onun teorisini, Süleyman’a atfedilen, hipergerçekliğe dair yazısını onunla başlattığı şu metni okuduğumuzda anlayabiliriz:
“Benzer nüsha, asla gerçeğin üstünü örtmez. Aksine gerçek, gerçek bir şeyin var olmadığı gerçeğini örtendir. Benzer nüsha, bir gerçektir.”
Baudrillard sözlerine şöyle devam ediyor:
“Benzer nüsha, artık bir orijinalin aynadaki görüntüsü, dolayısıyla ondan bir işaret değildir. Benzer nüsha, bunun ötesine geçti ve her türlü orijinalden ayrılıp müstakil hale geldi. Artık mevcut bir orijinale atıfta bulunmuyor. Böylece varlığın kendisinin yokluğuna dair bir işarete dönüştü ve iş öyle bir noktaya vardı ki gerçekliğin kendisi tamamen, gerçekliğin varlığını inkâr eden o benzer nüshaların üremesinden üretilir oldu.”
İşte, hipergerçeklik fikrinin tohumu budur… Teorisinde bunu uzun uzadıya örneklendiriyor ve Ahmed el-Mağribi’nin de açıkladığı üzere hipergerçekliğin varlığını bilgisayarların, dijital ağların ve televizyon cihazlarının hâkimiyetiyle kanıtlıyor.
Baudrillard, Batı merkeziyetçiliğinin nüfuzunun yansımaları ve sonuçlarına dair tutumuyla da meşhur oldu. Bunun açıklamasını, Prof. Mutâ Safedi’nin ‘Saf Kötülüğün Eleştirisi – Dünyanın Kavramsal Kişiliğine Dair Bir Araştırma’ adlı kitabının ikinci bölümündeki projesinin sayfalarında bulabiliriz. Safedi, Baudrillard’ın Amerikan merkeziyetçiliğinin parçalarının dağılmasından sonra dünyanın içinde bulunduğu ikileme dair bazı sözlerini, ‘medeni iklimi tanımlayan ve onun özünde yer alan yaratıcı düşünce’ ile tanımlıyor. Ne diyordu Baudrillard; “Coşkulu anma tavırlarımız, belli ki bu kitlesel kamçılanmanın sadece bir parçasıdır. Bilhassa Fransa’da biz, bozulmuş insanlarız. Gerçek bir ayin ve yaslar, kamusal hayatımızı gölgeler. Anıtlarımızın tümü, türbelerdir: Piramit, Kemer, Orsay Müzesi, Büyük Mezar Odası. Bu büyük kütüphane, bir kültür abidesidir ve devrimi saymazsak sadece o, iki yüzüncü yıl kutlaması yapılan anıta, yani yüzyılın sonu için yapılmış en güzel modern görüntüye sahip tek şeydi.”
Baudrillard, tablo çizimine devam ediyor. Bu tablo Kojéve’in Hegel yorumlarına dayanan, tarihin sonu fikrine yönelik eleştirisinde belirginleşiyor. Bu fikir, Francis Fukuyama tarafından önce ‘Merkez’ dergisindeki makalesinde, sonra da ‘Tarihin Sonu’ adlı kitabında çizilip inşa edildi. Baudrillard, ‘tarihin sonunu’ ‘olayların grevi’ olarak adlandırır ki bu, Fukuyama’nın düşüncesinin tam tersidir. ‘şu anki tarihin’ vardığı en belirgin nokta, herhangi bir şeye ‘delaletin reddedilmesidir’!
“Tarihin gerçek sonu işte budur… Bu, ‘tarihsel aklın sonu’ ve daha da ötesidir. ‘Tarihle bitersek’ bu, güzel olabilir. Zira tarihin henüz bitmemiş olmaması da mümkün. Bu yüzden pasif için bir etkinlik yok, henüz ne siyasi akıl var ne de olayın ayrıcalığı. Ama biz onu, sonuna kadar beslemekle yükümlü hale geldik.”
Öyleyse Baudrillard, bahsettiği kitlesel kamçılanmanın harekete geçmesine katkıda bulunuyor. Öyle ya, ‘tarihin sonu’, bir mükemmellik eksiği veya mükemmelliğin zıttı olmayıp, daha ziyade tamamlanma çağının kısır bir duygusudur. Sonra sert bir tonda şöyle diyor:
“İkilemler, yapım-yıkım (metabolizma) ve yakma cihazları üzerinden post modern icatla çözüldü ve tarihin büyük yakma tesislerinden ‘boyutsal modernliğin Fenike’si’ diriliyor. Nitekim kabul etmemiz gerekir ki yok olmayan her şey bugün geri dönüştürülebilir hale geliyor. O halde nihai bir çözüm yok. En kötüsünden kaçmayacağız. Yani tarihin sonu yok. Bu noktada hayret verici şey şu ki tarihin geride bıraktığını düşündüğümüz hiçbir şey gerçekten yok olmadı. Her şey halen burada. Tarih, geri dönüşüm sistemine düşene kadar döngünün zamanından neredeyse hiç ayrılmıyor!”
Baudrillard, kınama ve pişman olma aşaması dışında Nietzscheci değildir. Safedi’ye göre çağdaş nihilizm, Nietzsche’nin nihilizminin bile ötesine geçer. Baudrillard’ın yazdıkları sanki bir cenaze ağıtı gibidir. Bu, toplantılarının birçoğunda yaptığı uzun konuşmalarında ve belki de Fransız gazetesi Le Monde’a yaptığı konuşmasında görülüyor. Ne demişti; “Dünyayı nelerin beklediği konusunda hiçbir fikrim yok.” Bu, onun en uyarıcı sözlerinden biri!
Bu yaptığımız, Baudrillard’ın çok yönlü felsefesine ışık tutmaktan ibaret. Bunu yazmaktaki amacım, insanlık kültürünü zenginleştirmek için gösterdiği sürekli harekete bir vefa olarak onun ismini, hayatını, bazı ifadelerini ve en önemli teorisi olan hipergerçekliğin genel çizgilerini ortaya koymak ve insan kibrinin çıkmazlarını analiz etmekti. Gelin, onu okuyalım. O, etkileyici felsefi bakış açısıyla evrensel olayların, siyasi ve insani kıvrımların incelenmesinde etki ve pay sahibidir.