Merhum Mısır devlet başkanı Enver Sedat'ı sevebilir ya da sevmeyebilirsiniz ama onun ister Mısır'ın iç durumunu ele alma yöntemi isterse o zamanlar özellikle de İsrail ile çözüm konusunda her açıdan yeni olan yaklaşımı olsun, kendisinden öncekilerden farklı bir siyasi okulun sahibi olduğu konusunda yalnızca hemfikir olabilirsiniz.
Sedat'ın teorisi, cesurca ve açıkça beyan ettiği bir prensibe dayanıyordu: "Çözüm kartlarının yüzde 99'u ABD'nin elindedir." O halde iki nokta arasındaki en yakın mesafe düz bir çizgidir ilkesine göre ve ABD ile İsrail arasındaki organik bağa yönelik derin farkındalığı sebebiyle, Sedat’ın düz çizgi ilkesi de Kudüs'e hızlı bir ziyareti içeriyordu. Muhalefeti, en sağcı ve radikal liderlerden Menahem Begin'in başkanlığındaki hükümeti ile tüm İsrail'in önünde Knesset’te bir konuşma yapmak da bu ziyarete dahildi.
Aynı zamanda Sedat, Amerikan yönetimiyle ilişkilerini geliştirdi ve yeni ilişkisinin hazırlıkları kapsamında Sovyet uzmanlarını sınır dışı etti. Ekim 1973 Arap-İsrail savaşına girişti, bu savaşta dikkate değer bir başarı elde etti ve çalışmalarına başladı.
Yüzde 99 teorisi, Sedat'ın Camp David'de yaptığı ‘ilk’ zorlu görüşmelerde test edildi. Begin'in, Mısır'ın taleplerini İsrail'in siyasi ve güvenlik stratejisine uygun sınırlar içerisine sıkıştırmaya yönelik amansız çabalarına rağmen, sonuçta yüzde 99 yüzde 1’e üstün geldi. Begin, başkan Jimmy Carter'ın çözümüne boyun eğdi ve Mısır-İsrail anlaşması imzalandı, uygulandı ve bugüne kadar da devam ediyor.
Camp David’in üzerinden geçen uzun ve olaylı yıllar içinde, gerçekleşmeyecek olan büyük dönüşümler yaşandı; Arap ordularının İsrail ile savaşları sona erdi. İsrail'in Süveyş Kanalı üzerindeki kontrolü sona erdi ve Sina özgürleştirildi. Bunun ardından Filistinlilerin İsrail'in güvenli ve tanınmış sınırlar içinde var olma hakkını tanımalarına karşılık İsrail'in Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) tanımasından sonra İsrail-Ürdün barış anlaşması imzalandı. Karşılıklı tanımaların ardından da daha önemli bir gelişmenin, yani Arap-İsrail çatışmasının nihai olarak çözülmesinin ilk adımı olarak Oslo süreci başlatıldı. Çözüm ile birlikte dışlanan İsrail’in Ortadoğu'nun doğal bir parçası olması karşılığında bölgenin sükunete ve istikrara kavuşacağına bahis oynanıyordu.
Ürdün-İsrail anlaşması, Ürdün'deki rejimin istikrarlı olması sayesinde devam etti, ancak Filistin-İsrail dosyasının derinliklerine dalındığında durum tamamen farklı göründü. Oslo'nun ürettiği anlaşmaların ve mutabakatların uygulanması aşamasında, zorluklar birbirini takip etmeye başladı, öyle ki süreç tökezledi ve sonra da geriledi. Burada, Beyaz Saray'ın bahçesinde Arafat ile Rabin’in tarihi tokalaşmalarından günümüze kadar ABD'nin oynadığı role dikkat çekmekte de fayda var. Bugüne gelince, Oslo ölmediyse de ölüm döşeğinde.
ABD'nin pek çok gerçeğini belirlemeden projeyi kurtarmaya çalışma süreci, başarısızlıktan başarısızlığa uğrayarak gittikçe kötüye gidiyordu. Bazen ya da çoğu zaman suç Filistinlilere yükleniyor, İsraillilere ise ara sıra kınamalarda bulunuluyordu. Bu durum eski Başkan Trump'ın Binyamin Netanyahu’nun katılımıyla gerçekleştirdiği radikal darbeye kadar devam etti. Trump, anlaşmasını duyurduğunda, Arapların ve dünyanın yanı sıra Amerikalı Demokratlar da ortak bir şekilde kendisini reddettiler ve varlığını tanımadılar. Böylece söz konusu anlaşma duyurulduğu anda tedavülden kalkarak tam anlamıyla ‘ölü doğdu.’
ABD'nin Oslo'yu uygulamadaki başarısızlıklarını telafi etme süreci ki, eski dışişleri bakanı John Kerry’nin, kendisini barış sürecini kurtarma görevine adadığı tam 1 yıl boyunca devam eden çabalarını İsrail'in boşa çıkardığına yönelik itirafıyla son başarısızlığını da yaşadı. Bu, yüzde 99'u ABD'nin elinde olan kartların İsrail'in eline geçtiğini kanıtlıyor. Böylece İsrail, ABD’nin Filistinlilere yönelik tutumunda hoşuna gitmeyen her şeyi ‘veto etme’ hakkına sahip oldu. Bu da Arap karar alma mekanizmalarında etkili olanların farkında olduklarını ve hesaplarından eksik etmediklerini düşündüğüm bir denklemi ortaya çıkardı. O denklem de İsrail’in, ABD'nin küresel politikasının değişen derecelerde ortağı, ancak Filistin meselesinde sanki kendisi İsrail'in bir iç meselesiymiş gibi artık karar alıcı taraf olduğudur. İşte çözülemeyen düğüm de burada gizlidir.