Amr Musa
Eski Mısır Dışişleri Bakanı ve eski Arap Birliği Genel Sekreteri
TT

Büyüleyici Batı gülümsemesi artık kimseyi cezbetmiyor

Mısır'ın çağrısıyla 21 Ekim'de düzenlenen uluslararası konferans, çatışan, karşıt çıkarlara ve hatta bağdaşmayan ahlaki ilkelere sahip görünen politikalar ve kültürler arasındaki temas hatlarını açıklığa kavuşturarak veya doğrulayarak önemli bir hizmet gerçekleştirdi.

Küresel düzeyde, uluslararası sistemin yenilenmesine yönelik çalışmalar devam ederken, Batı toplumunun kendi kavramlarını geliştirmeye hazır olmadığı ortaya çıktı ki çok taraflı sistemin, özellikle uluslararası barış ve güvenliğin korunması açısından güvenilirliğini kaybetmesinin ana nedenlerinden biri de budur. Bununla çifte standart politikasını kastediyorum; Batı, İsrail-Filistin davasında Ukrayna davasında savunduğunun aksini savunuyor. Bu, çoğu Batılı ülkenin Kahire Konferansı'ndaki katılımlarında açıkça görüldü ve Arap, bölgesel ve uluslararası kamuoyunun geniş kesimlerinde memnuniyetsizlik uyandırdı.

Kahire tartışmaları, eğer Batı’nın üslubu hiç değişmezse, uluslararası düzenin yenilenmesi sürecinin gerçekliğine ilişkin bir dizi protestocu soru işaretini gündeme getirdi. Küresel Güney adı verilen tarafın da bu konudaki tavrını belirlerken bunu dikkate alacağını düşünüyorum.

Evet, bunun üzerinde çalışmalıyız, bu tehlikeli salgına ve çifte standartlara cesaretle karşı çıkmalıyız, yoksa uluslararası sistemin gelişmesi konusunda boşuna kürek çekmiş gibi oluruz.

Bu bağlamda şunu soruyoruz: Batılı ülkeler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin sayısı iki milyondan fazla olan Gazze'deki sivillere insani yardım yapılmasına ilişkin karar almasını hangi ahlaki temele dayanarak reddettiler? Peki, ateşkesi neye dayanarak reddediyorlar? Neyi bekliyorlar?

Biz Mısırlılar bunun cevabını biliyoruz. Ekim 1973'te ateşkes, İsrail askeri olarak geri olan konumunu ‘tersine döndürene’ kadar ertelenmişti. Bugün de İsrail'in Gazze Şeridi'zne yönelik bir askeri işgale hazırlanmasına yardımcı olmak için ertelendi. Peki, meşru savunma hakkı tam olarak nedir? İşgal altındaki topraklarda yaşayanlara karşı, toprakları askeri olarak işgal ederek var olan bir devletin meşru savunma hakkı var mıdır? Sivilleri vurmak ve toplu cezalandırma meşru bir savunma mıdır?

Batı Şeria'daki Filistin köylerini yıkmak ve sakinlerini evlerinden kovmak meşru bir savunma mı? Mevcut İsrail hükümetindeki aşırılık yanlısı bakanların Filistin varlığının silinmesini talep etmeleri meşru bir savunma mı? Meşru savunma hakkı yalnızca İsrail tarafıyla mı sınırlı? Bu gerçekten talihsiz bir çifte standart örneği.

Bölgesel düzeyde ise Arap ülkelerinin hazırlanan girişimler ve anlaşmalar doğrultusunda, barışa hazır olmalarına rağmen Batı'nın onayladığı şekilde İsrail'i onaylama niyetinde olmadıkları konferanstaki tartışmalardan açıkça anlaşıldı.

Kahire Konferansı'nda ortaya çıkan kavramlarla tehlikeli bir çatışmanın eşiğindeyiz. Eğer halen orada burada bir hükümete ya da otoriteye İsrail lehine baskı yapabileceklerine inananlar varsa, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi, Ürdün Kralı İkinci Abdullah ve Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan konferansta bu konuda dirençli ve kararlı bir tutum sergilediler. Söyledikleri sadece Batı'dakilere yönelik değildi, daha ziyade endişeli halklarına, işlerin emin ellerde olduğuna dair bir güvenceydi. Pek çok Arap'ı her zaman büyüleyen Batılı gülümseme artık kimseyi cezbetmiyor ve alışılagelmiş vaatleri artık inandırıcı değil.

Evet, Arap-Batı ilişkilerini kurtarmak için geriye yalnızca ciddiyet yolu kaldı. Herkesi Arap halklarının bu ve benzeri nedenlerle büyük bir hayal kırıklığı ve öfke içinde olduğunu dikkate almaya çağırıyorum. Bölgede sadece Arapların yaşamadığını ve sadece onların öfkeli olmadığını da buraya ekliyorum.

Ayrıca İsrail'deki barış destekçilerine de barış ve adalet konusundaki konumlarını, hükümetlerinin işgal altındaki bölgelerde yaşayan nüfusa ve Filistinlilerin bağımsız devlet haklarına yönelik radikal politikalarına karşı muhalefetlerini açıkça ifade etmeleri için bir davette bulunmak istiyorum. İsrail'deki barış destekçilerinin de yer aldığı bölgesel bir koalisyonun bu tabloyu değiştireceğini ve ‘çifte standart’ uygulayanlara ne kadar yanıldıklarına dair sert bir mesaj göndereceğini tasavvur ediyorum.

İsrailli siyasetçiler, Filistin meselesinin havaya karışmayacağını, suya batmayacağını, çöl kumlarına gömülmeyeceğini artık bilmeliler, ki şu an bunu bildiklerine eminim. Filistin halkının haklarının, hatta varlığının inkarı sürdüğü sürece bu gerçek herkesin yüzüne çarpmaya devam edecek. Kendi güvenlik tanımlarının eksik olduğunu da bilmeleri gerekir ne sivilleri vurmak ne de işgal, toprakların müsaderesi ve halka baskı onlara güvenlik sağlamaz.

Gerçek güvenlik “dengeye” dayanan güvenliktir. Yani denge ve karşılıklı kabul. Aslında Camp David'de bu gerçekleşti ve  hiç kimse İsrail'in anlaşmanın gerektirdiği yükümlülüklerinden kaçmasına izin vermediği için hedeflerine ulaştı. Dahası geçici Oslo Anlaşmalarına göre de gerçekleşti. Ancak İsrail önce anlaşmayı sınırladı, ardından ihlal etti çünkü ‘koruyucuları’ bu inkâr için gerekli zemini ona sağladı. Bunun sonucunda olanlar oldu ve bölge, hatta dünya 7 Ekim’den beri bununla yüzleşiyor.

Dahası İsrail ve yetkilileri şunu bilmelidir ki, sahiplerini kovarak işgal altındaki toprakları boşaltma politikası veya Yahudi devletini kurma ve Filistin devletinin doğmasını engelleme planının bir parçası olarak zorla göç ettirme politikası, açık ve kabul edilemez bir konu haline geldi. Arap tarafının, ülkelerinin ve halklarının (tekrar ediyorum halklarının) bunu kabul etmesi zor, hatta imkânsızdır.

Peki, sırada ne var? Ne yapılmalı? Yapılması gereken, sorumlu çalışmadır ve çifte standart düşüncesiyle zincirlenmiş durumda olan Batı'nın bir bütün olarak bunu kabul edip etmeyeceğini bilmiyorum.

Bana göre Kahire Konferansı, sınır kapılarının açılması, yardımların girişinin sağlanması, alıkonan sivillerin bir kısmının serbest bırakılmasının teklif edilmesi gibi önemli ilkesel ve insani sonuçlar elde etti. Stratejik alanda ise konferans çok şey başardı. Meşru savunma hakkının tanımı ve sınırları konusunda eleştirel bir tartışmanın kapısını araladı.

Bazı Avrupalı ​​temsilcilerin bu konuda söyledikleri tehlikeli ve uluslararası sistemi olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle Araplar bu girişimlere karşı dikkatli bir tutum sergilemeliler. Bu bağlamda, Güvenlik Konseyi veya Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından temsil edilen uluslararası toplumu konuyu acilen tartışmaya çağırmayı öneriyorum. Zira (haber ajanslarının bildirdiğine göre) ABD Kongresi İsrail'e ek bir Amerikan yardımı olarak kendisine bu hakkı vermeyi düşünüyor. Nedeni de hukuki danışmanların, çoğu açıdan işgalci devletin işgal altındaki bölgelerdeki nüfusa karşı uyguladığı politikalara bir tepki olduğu için mevcut durumun Birleşmiş Milletler Antlaşması ve uluslararası hukuk ilkelerine göre İsrail'e meşru savunma hakkı vermediğini fark etmeleri. Kaldı ki işgalci devletin işgal altındaki bölgelerdeki nüfusa karşı uyguladığı politikalar, savaş döneminde sivil kişilerin korunmasına ilişkin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin açık bir ihlalini temsil ediyor.

Son olarak; herkes (öyle ya da böyle, iyi ya da kötü niyetle) siyasi ufuktan ve bu ufkun açılmasının gerekliliğinden bahsetti. Bunun için acilen harekete geçmeli ve demiri tavında dövmeliyiz. Bu bağlamda ister Arap Birliği çerçevesinde ister Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan Krallığı'nın kesin dahil olduğu, isteyen diğer Arap ülkelerinin de katılacağı etkili bir Arap gruplaşması çerçevesinde olsun Arap ülkelerinden, bu konunun Güvenlik Konseyi'nde resmi olarak tartışılmasını talep etmelerini rica ediyorum. Bu talebin kabul edilmesi halinde, oturumun sonunda acil bir kararın alınmasına gerek yok. İlgililerin Filistin devletinin kurulması ve herkesin güvenliğinin sağlanması dahil olmak üzere Filistin meselesinin adil çözümüne yönelik bu siyasi ufkun açılmasına yardım etmeye davet edilmesi yeterlidir.