Necib Sab
Arap Çevre ve Kalkınma Forumu (AFD) Genel Sekreteri ve “Çevre ve Kalkınma” dergisinin editörü
TT

Çevre adaleti ve insan hakları

Bu makaleyi yazmaya başlamadan birkaç dakika önce, Birleşmiş Milletler Çevre Programı’ndan (UNEP) "yerli halkların insan hakları açısından çevre haklarını desteklemeyi" amaçlayan proje önerilerinin toplanmasına yardımcı olmam için bir davet aldım. İlk anda bu girişimin motivasyonunun Filistinlilere karşı uygulanan soykırım savaşı olduğunu düşündüm ama tarihin en eski uygarlıklarının anavatanındaki yerli sakinlerin insan hakları, koruma ve himaye söz konusu olduğunda en son akla gelenlerden olduğunu keşfettim.

Bu hafta, her zamanki gibi, uluslararası kuruluşlardan, doğal kaynak yönetimi, karada, denizde ve havada kirliliğin önlenmesi, iklim değişikliğine neden olan karbon dioksit emisyonlarının azaltılmasına ilişkin dünya çapındaki toplantı ve konferanslara davetlerin yanı sıra onlarca mektup ve rapor aldım. Peki, onlarca yıldır, asıl vatanlarından ve en temel insan haklarından mahrum bırakılan bir halkın sürekli yerinden edilmesini ve öldürülmesini izleyen bir dünyanın gözleri altında toprağın, suyun ve havanın sağlığıyla, nesli tükenmekte olan bitki ve hayvan türlerinin korunmasıyla ilgilenildiğini iddia etmenin ne yararı var?

On yıl önce Londra'dan bir gazetecinin benimle çevre ve çevre gazeteciliği hakkında röportaj yapmak için Beyrut'a geldiğini hatırlıyorum. Başta su kıtlığı, kuraklık ve kirlilik olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin karşı karşıya olduğu en önemli çevresel meydan okumalar, kamuoyunun bilinçlendirilmesinde ve çevre politikalarının oluşturulmasında medyanın rolü hakkında uzun bir konuşmanın ardından, bana şunu sordu: “Çevre sorunları siyasi sınırları tanımadığına göre, Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki çevresel iş birliği barışın sağlanmasına katkıda bulunabilir mi?”

Ona bir halkın kendi toprakları üzerindeki ulusal egemenlik hakkı inkar edilirken çevre konularında iş birliğinin olamayacağını söyledim. Topraklarından, kaynaklarından ve temel yaşam haklarından mahrum bırakılan bir halk ile onun topraklarını işgal eden, kaynaklarına el koyan bir devlet arasında iş birliği nasıl mümkün olabilir? Filistinliler kendi topraklarının bir kısmında kuracakları bir devlette yaşamayı kabul ettiler ve bu çerçevede anlaşmalar imzaladılar. Arap ülkeleri de İslam'dan, Hristiyanlıktan ve Yahudilikten önce buranın asıl sakinleri olan Filistinliler için tarihi topraklarının küçük bir bölümünde bağımsız bir devlet kurulmasına paralel olarak İsrail'in bölgeye entegrasyonunu ve onunla iş birliğini kabul eden barış girişimleri sundular.

İsrail'in tüm bu girişimleri ve Filistinlilerin yaşam ve varoluş hakkını en başta reddettiğini söyleyerek muhatabıma şunu sordum: Çevresel iş birliğinin neyle ilgili olmasını öneriyorsunuz? Ulusal Otorite denilen küçük, parçalanmış, dünyanın en uzak köşelerinden gelip, sırf etnik dini aidiyetlerine dayanarak kendilerine orada yaşama hakkı verilen insanların işgal ettiği yerleşim yerlerinin delik deşik ettiği bir varlıktan geriye kalan kaynak kırıntılarını paylaşmak için mi iş birliği yapmalılar? Devletini Apartheid sistemiyle birlikte dini bir temelde kuran bir taraf, kendisine karşı silahlı kökten dinci hareketlerin ortaya çıkmasını protesto etme hakkına nasıl sahip olabilir? Yoksa gerçekte bu hareketleri bazı ulusal haklarını korumaya çalışan sivil gruplara tercih mi ediyor?

Irkçılık ve radikalizm, kendilerini “demokratik devlet” olarak pazarlasalar bile birbirlerini meşrulaştırırlar. Çünkü demokrasi işgal ve ırkçılık ile bir araya gelmez. Batı'nın bir bölümü, sanki Apartheid'e dayalı bir rejimde seçilmiş çoğunluk başka bir halkın topraklarını çalıp onları öldürmeye karar verirse bu demokrasinin zirvesidir, çünkü karar oy birliğiyle alınmıştır diyor. Bu durumda BM’nin, insan hakları örgütlerinin, uluslararası mahkemelerin varlığının anlamı nedir? Bunların görevi, bir ülke demokratik olduğunu iddia etse bile sınırlarını ve haklarını aştığında uluslararası hukuku uygulamak değil mi? Öte yandan devletler, özellikle de mazlum olanlar, halklarının iradesi dışında bağımsız bir devletin işgalini desteklediğinde inandırıcılıklarını yitirirler. Bu, hem Ukrayna'daki Rus işgali için hem de Filistin'deki İsrail işgali için geçerli. Ukrayna hükümetinin İsrail'in Filistinlilere karşı işlediği suçları desteklemesi ya da bazı Arap ve Filistinlilerin Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik saldırganlığını desteklemesi utanç vericidir.

Soykırımdan başka bir şey ifade etmeyen eylemlere mutlak desteklerini beyan eden Avrupa Birliği, ABD ve diğer ülkelerin liderlerine gelince, onların doğanın korunması, iklim değişikliği ve demokrasi hakkında öğüt verme hakları yoktur. Çünkü bu, ikiyüzlülüğün en üst seviyesidir. Sanki topraklarından mahrum bırakılan ve onlarca yıldır kamplarda yaşayan milyonlarca Filistinlinin, onurlu bir insan yaşamı için gerekli asgari koşulları elde etme hakları yok gibi. Sanki hayvanat bahçelerinde yaşayan hayvanların bile onlardan daha fazla hakları var gibi.

Bir süredir endişe verici bir soru ısrarla aklımı kurcalıyor: İlerlemiş ve uygar olduğunu iddia eden bir dünya insanların topraklarından kovulmasını ve kitlesel olarak yok edilmelerini izlerken, iklim ve yerel böcekleri, bitkileri ve hayvanları istilacı yabancı türlerden korumak gibi konular hakkında yazmanın ne anlamı var?

Duyduğum tiksinti ve protesto etme isteğim nedeniyle,  çevre, doğa ve iklim hakkında yazmayı bırakacağımı duyurmak üzereydim ki insan doğasının iyiliğine olan güvenimi tazeleyen bir haber aldım. Yokoluş İsyanı adlı iklim eylem grubu, Filistinlilerin insan haklarını savunmayı çevre adaleti ile ilgili yürüttüğü kampanyaya entegre ettiğini duyurdu. Liderleri, “İnsanlar arasında ayrımcılık yapılırken ve insan hakları göz ardı edilirken çevre ve iklim adaletine yer olmadığını” belirtti. Kampanya, iklim eylemlerini hızlandırma taleplerinin yanı sıra Filistin haklarını destekleyen sloganları da dillendirmeye başladı.

Bu hafta aynı zamanda Avrupalı ​​siyasi partilerin, hükümetlerinin İsrail’in saldırganlığına yönelik desteklerini reddeden ve sorunun özüne yönelik bir çözüm, yani Filistinlilerin insani ve ulusal haklarının tanınmasını talep eden tutumlarla da doluydu. Avrupa ve ABD'den bir grup üst düzey yetkili, hükümetlerine Filistinlilerin insan haklarının çiğnenmesine karşı durmaya ve herkes için onurlu bir yaşam sağlayacak adil bir çözümün empoze edilmesi için baskı yapmaya çağrıda bulunan mesajlar gönderdi. Bu haftanın en büyük protesto gösterileri arasında, ABD genelinde on binlerce Amerikalı Yahudi’nin savaşa ve Filistinlilere yönelik soykırıma karşı "Bizim adımıza değil" sloganıyla düzenlediği gösteriler yer aldı. Göstericiler Amerikan hükümetini, İsrail'in ölüm makinesini teşvik etmek yerine, sorunun özüne yönelik adil bir çözüm bulunması için baskı yapmaya çağırdı.

İnsan doğasının parlak yüzüne olan inancımızı neredeyse yitirmişken bize bu konuda yeniden umut verenlere teşekkür ediyoruz. Ancak Filistinliler ve Arap komşuları da bu değişimi anlamalı ve davalarına sempati duyan kitleleri düşman olarak görmek yerine onlarla ittifak kurmalılar.

Bunun için de öncelikle mücadeleyi kolektif ulusal kökenlerine döndürmeliler ve onu uluslar arası bir çatışmadan dini bir çatışmaya dönüştürmeyi teşvik eden İsrail tuzağına düşmemeliler.

Çevre ve iklim adaleti mücadelesi insan hakları pahasına olamaz. Her iki durumda da, eğer hükümetler sizi yarı yolda bırakırsa, halklarla ittifak kurun.