Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Netflix ve Gazze Savaşı!

Dünyanın Gazze savaşı ve İsrail ordusunun Gazze Şeridi'ndeki tüm sakinlere yönelik şiddetli saldırısına ilişkin değerlendirmeler konusunda, destekçiler ve muhalifler şeklinde bölünmüş olduğu açık. Dünyanın her yerinden televizyon kanalları ateş yağmuru altındaki çocuklara, yaşlılara ve kadınlara ait korkunç görüntüleri her gün bizlere aktarıyorlar. Kamuoyu, kendisine ulaşan bilginin kalitesine ve nasıl sunulduğuna göre oluşur.

Bugün dünyamızda iletişimde çok büyük bir gelişme, hatta bir devrim yaşanıyor, dolayısıyla bilgiler saptırılabildiği ve tahrif edilebildiği gibi en azından göreceli gerçek de aktarılabiliyor. Bu açıdan bakıldığında savaşın dumanları arasında gerçeğe uygun belgelere ulaşmak zor görünüyor.

Netflix platformu savaşı belgesel yönünden ele almaya karar vermiş. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine platformun “belgesel filmler” şeklinde sunduğu bazı belgeleri izledim. Bunlar iki taneydi, ilkinin başlığı “Gazze’de Doğmak” idi ve süresi bir saatten biraz fazlaydı, ikincisi ise "Şimon Peres'in Hayatı ve Eserleri" adını taşıyordu ve iki saatten biraz fazla sürüyordu.

Gazze'de Doğmak belgeseli, İsrail ordusunun 2014’te "Koruyucu Hat" adı altında yürüttüğü ve Hamas’ın karşılık verdiği operasyon sonucunda yaşanan Gazze savaşının ardından çekilmiş gibi görünüyor. Bu savaşta 2.147 Filistinli ve 72 İsrailli ölmüştü.

Belgesel film bir bütün olarak ailelerini anlatan Filistinli genç çocukları içeriyor. İçlerinden biri çıplak omuzlu, bir atlı araba sürüyor ve yaşı daha küçük olduğu için atı zorlukla kontrol ediyor. Boş plastik şişeleri çöp konteynerlerinden toplayıp arabaya istifliyor, daha sonra yoksulluk sınırının altında olan ailesini geçindirmek için gidip bunları birkaç kuruşa satıyor. Ailesi açlıktan ölmesin diye okulu bıraktığını söylüyor! Film, kendisi gibi çocukları ve anne ve babalarını kaybeden çocukların hikayelerini anlatmaya devam ediyor. İçlerinden biri şöyle diyor: "Hayvanlar dahil hareket eden her şeyi öldürdüler." Aynı şey 2023 savaşında da tekrarlanıyor. Film Gazze halkının yoksulluğuna, yüzde 80'inin dışarıdan gelen yardımlara muhtaç olduğuna dikkat çekiyor!

İzleyiciyi o dönemde Gazze'deki Filistin toplumunun en dibine, sakinlerin çoğu tarafından paylaşılan o dip noktasına götüren bu film üzücü. Yoksulluk nedeni ile “okulun bırakılması” bilgisizliğe, bilgisizlik de şiddete yol açıyor. Gazze halkının bu büyük kesimi arasında artık hiç kimse hayatın anlamını bilmiyor, çünkü ölümle eş tutuluyor!

"Şimon Peres'in Hayatı ve Eserleri" adındaki ikinci belgesel film İsrail başbakanı, ardından cumhurbaşkanı olan ve Yaser Arafat ile birlikte Nobel Barış Ödülü'nü kazanan Şimon Peres hakkında.

Film Peres'in cenazesiyle başlıyor ve izleyici, dönemin Amerikan başkanı ile eski başkanları, Batılı başkanları ve başbakanları, o dönemde (Eylül 2016) görevde olan birçok devlet başkanını görüyor. Seslendiren Peres’i, İsrail’in "kurucularının sonuncusu" olarak tanıtıyor. 1923 yılında, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Belarus'un bir parçası haline gelen Polonya'nın "Vishnyeva" köyünde doğduğunu, babasının odun tüccarı ve annesinin öğretmen olduğunu anlatıyor. Ama anlatıma göre yetişme döneminde onu büyüten dedesinin üzerinde büyük etkisi vardı. 1930'larda, genel olarak Avrupa'da Yahudilere karşı nefretin artmasıyla birlikte Polonyalı yetkililer, ahşap dahil Yahudi ticari faaliyetlerinden alınan vergileri artırdılar. Bu, aileyi iflasa sürükledi ve ailesinin bir kısmının 1934'te zulümden kaçmak ve özgürlüğe kavuşmak için Filistin'e göç etmesine neden oldu. Belgesel o dönemde Hayfa Limanı’nda büyük gemilerin demirlemesi için bir yer bulunmadığından, yolcuların küçük teknelerle Limana nakledildiğini ve o tekneleri kullananların Arap (!) olduklarını anlatıyor.

Peres, Filistin'e geldiğinde iki şeyin dikkatini çektiğini belirtiyor; birincisi Avrupa'da görmediği kadar berrak mavi gökyüzü, ikincisi ise parlak güneş! Babası ise İkinci Dünya Savaşı'nda savaşmak için İngiliz Ordusu'na katılmış, birçok kez Almanlar tarafından esir alınmış ve kaçmış! Daha sonra ailesiyle birlikte yaşamak için Filistin'e geçmiş.

Peres'in, Filistin'deki kibbutz yerleşimlerine dağıtılan yeni göçmenleri organize eden Yahudi Gençlik Ajansı'na katılması doğaldı. Ben Gurion, Peres’in Ajans’taki gayretini ve aktifliğini fark etti ve asker olmamasına rağmen onu Savunma Bakanlığı'nın sivil müdürü olarak silah toplama ve satın alma sorumlusu olarak görevlendirdi. Ona verilen direktif, filmde de belirtildiği gibi şuydu: "İster satın al, ister çal ya da ele geçir, nasıl olursa olsun silah bul!" Peres, İngiltere’nin 1948'de Filistin'den çekilmesinden sonra silah toplamaya, bunları Avrupa'da biriktirmeye ve ardından onları Filistin'de yeni doğan devlete göndermeye başladı! 1950'lerin başında Amerika Birleşik Devletleri Filistin'e nakledilmesine izin verdiği silahların miktarını azaltınca, Peres Avrupa'ya yöneldi. O dönemde Cezayir'de savaşçılar ile Fransa arasındaki çatışmalar en yoğun dönemini yaşıyordu ve Fransızlar, Cezayirlileri Abdunnasır’ın desteklediğine inanıyorlardı. Peres de bundan yararlandı ve Fransızları İsrail ordusuna gelişmiş silahlar ihraç etmeye ikna etti.

Çarpıcı olan, özellikle nükleer silah üretimi konusunda Fransız hükümetiyle ilişkilerin sonraki seyri idi. Fransızlar " nükleer teknolojiyi satmayı" reddettiklerinde Peres onlara orta yol olarak "bu teknolojiyi ödünç vermeyi" önerdi. Dönemin hükümeti çözümü kabul etti ancak parlamento tarafından düşürüldü. Peres, başbakanı anlaşmayı hükümetin devrildiği tarihten daha önceymiş gibi göstererek imzalamaya ikna etti ve öyle de oldu!! Sonraki hükümetler de anlaşmaya bağlı kaldılar!!

Peres'in kendisi, Negev'deki Dimona şehrinde nükleer tesis inşasının, Araplara İsrail'in caydırıcı bir gücü olduğuna dair mesaj göndermek olduğunu söylüyor! Araplar da nükleer silahın varlığını kabul eden kısa bir açıklamayla İsrail’in caydırıcılığını kabul ettiler. Peres bu yaklaşımın felsefesini şöyle açıklıyor: “Küçük bir ülkeyiz, bunu büyük bilimlerle telafi etmeliyiz”!! Yukarıdakiler belgeselde anlatılanların yetersiz bir özeti.

Kısaca, Yahudilerin Batı'da karşı karşıya kaldıkları şiddet, onların bu topraklarda varlıklarını sürdürmelerinin diğerlerini, özellikle de Filistinlileri ezmekle mümkün olduğuna dair inançlarını derinleştirdi. Bu inanç açıkça görülüyor ve zaman zaman şiddeti azalsa da varlığını sürdürüyor. Giriştikleri savaşlar da bunu gösteriyor ve çoğunda galip geldikleri için de onlarda “mutlaka kazanmaları gerektiğine” dair ikinci bir inanç oluşmaya başladı! Onlara göre bu dünyada geçerli tek akçe şiddettir, dolayısıyla buna sahip olmalılardır. İnandıkları üçüncü şey ise modern bilimdir; Menahem Begin'in şöyle dediği aktarılır: "Tevrat'a inanıyorum ve Phantom’a güveniyorum!"

Son olarak, Arapların konuya tepkisi çoğunlukla duygusal ve yanı sıra bu çatışmada modern bilimi kullanmayı göz ardı ediyorlar ve hatta açıkça küçümsüyorlar.