Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Düşmanla karşı karşıya gelmeden ona boyun eğdirmek!

Gazze'de dört bin Filistinli kadının yanı sıra beş bin çocuk öldürüldü. Şu ana kadar kurbanların sayısı 15 bini aştı. Ek olarak, çok sayıda yaralı var, binalar yıkıldı, milyonlarca insan açlığa mahkum edildi ve göçe zorlandı. Dünyanın izlediği görüntüler dehşet verici ve en kötü insani duyguları yansıtıyor. Bunların hepsi kınanacak şeyler.

Gazzelilerin fedakarlıklarının değerini azaltmadan ve İsrail'in cehennem makinesine hoşgörü göstermeden bir çatışmanın sona erdiğini ama savaşın bitmediğini söyleyelim. Açık sözlülüğü dayatan ahlaki bir görev var; o da şu soruyu sormak: Çatışmanın sonu ne oldu? Hamas sözcüleri her açıklamalarında yalnızca İran'a (çünkü onlara para ve silah sağlıyor) ve ayrıca Lübnan'daki Hizbullah'a (çünkü angajman kurallarını devreye soktu) ve bunların yanında Yemen'deki Husilere ve Irak'taki silahlı gruplara teşekkür ediyorlar. Aynı zamanda konuşmacılar Batı Şeria, Mısır, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve hatta Türkiye ile Arap ve İslam dünyasının genelindeki kardeşlerinin dayanışma ve yardım çabalarını, aralarında Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır'ın da bulunduğu Arap ve Müslüman dışişleri bakanlarının dünya başkentlerini gezmesini görmezden geliyorlar.

Hamas konuşmacılarının kime teşekkür edeceklerini seçme ve savaşlarının bilinen adıyla ‘Direniş Ekseni’ne özgü bir savaş olduğunda ısrar etme hakları var. Bu durumda meselenin sadece kendilerine ait olduğunu varsayıyor olabilirler ama öyle değil.

​ Ayrıca bu çatışma turunun İran tarafından kazanıldığını ve M.Ö. yedinci yüzyılda Çinli bir filozofun ünlü ‘Savaş Sanatı’ kitabında söylediği eski bir deyişi uyguladığını da kabul etmeliyiz. Kitapta şöyle denir:

“En üstün savaş sanatı, düşmanla karşı karşıya gelmeden ona boyun eğdirmektir!”

İran'ın ‘Büyük Şeytan’ ile çatışmalarının bir bölümünde elde ettiği şey de tam olarak budur. Birçok Hamas sözcüsünün söylediği gibi kendisine para ve silah temin etti. Uygun zamanda, önce Beyrut'taki kolu Hizbullah, ardından da İran içindeki ve dışındaki sözcüleri aracılığıyla 7 Ekim eyleminden kendisini akladı. İran'ın yakın ve uzak başkentlerdeki yoğun ve “Son yıllarda canımızı sıkan her şeyi, yani İsrail ile normalleşmeyi' durdurduk!” mesajını veren diplomatik faaliyetleri de buna eşlik etti.

Şu ana kadarki kayıpları ve kârları hesaplarsak, Gazze savaşının kazananı İran projesidir, çünkü Filistin davasının tüm Arap kitleler arasında özel ve gerilimi yüksek bir damarı olduğunu biliyor. 7 Ekim’de olduğu gibi davanın bir bölümüyle yeniden patlak vermesine yol açmanın halklar arasında pek çok duyguyu uyandıracağını ve haklı olarak bunu benzeri görülmemiş bir kahramanlık eylemi olarak göreceklerini, pek çok kişinin bunu ‘barış yanlılarının’, ‘devrimciler’ tarafından yenilgiye uğratılması olarak tanımlamakta acele edeceklerini biliyor.

İran olup bitenlerle hiçbir ilgisinin olmadığını söylüyor ve buna hakkı var. Ama aynı zamanda Beyrut, Sana ve Irak kırsalındaki kollarını savaş marjında küçük çatışmalar yürütmeye teşvik ediyor. Bilmek isteyenlere şu doğru mesajı veriyor: "Benimle çalışın, çünkü anahtar benim." Bu sonuç, bırakın Washington, Londra, Berlin ve Paris'teki ‘en üst kademeleri’, siyasi ve diplomatik çalışmalara yeni başlayanlar tarafından bile okunuyor!

İşin aslı şu ki İran yıllardır silah geliştirme bilgi ve becerisine sahip, yine o ve Hamas bu silahları Gazze'ye nasıl sokacaklarını biliyorlar. Ancak bunlar ‘düşük etkili’ silahlar. Zira örneğin İran Hamas'a uçaksavar füzeleri ya da çokça sahip olduğu, Yemen'deki Husilere, Lübnan'daki Hizbullah’a temin ettiği halde Hamas’a, bir türünün adının Gazze olduğu insansız hava araçları vermedi. Gazze'de bunu yapmaktan neden kaçındı? Bu sorunun cevabı şudur; gereken şey gerçek bir çatışma değil, Hamas içinde bazılarının, özellikle de savaşçıların ‘kurtuluş’ olarak anladıklarının dışında hedefler için Filistin meselesini hareketlendirmektir.

İran rejimine desteği harekete geçirmek için yapılan kitlesel pompalamanın bir sonucu olarak, İran'ın iç kesimi ‘müstekbir güçlere’ karşı zaten seferber edilmiş bir halde. Aksa Tufanı eylemi düzenlendiğinde ülke içindeki İranlı güçlerin Kum, Tahran ve İran'ın geri kalan şehirlerinde destek çağrıları yapmaları doğaldı. Ancak destek konusunda son sözü söyleyecek olan liderin yapması beklenen cihat duyurusuydu. Liderin ise cihadı Tahran'dan değil, Sana'dan gizlice deklare ettiği ortaya çıktı. Dahası Tahran'da Aksa Tufanı’na destek için büyük bir gösteri bile yapılmadı! Ancak yine de İran piyasası yaşananlardan zarar gördü; İran para birimi değer kaybetti, İran piyasasında döviz fiyatları dalgalandı, devlet savunma ödeneklerini artırdığını açıkladı!

Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani'nin geçen ekim ayı ortasında İran tarafına ilettiği ABD uyarısı, kendisinden bekleneni yaptı ve İran tarafının doğrudan ‘kendisini aklayan’ açıklamaları birbirini takip etti. Göz boyamak için de Arap takipçilerinden çatışmaları teşvik eden açıklamalar geldi.

Tüm bu süreç, İran’ı ‘zor duruma düşmekten kurtarma’ ve Tahran'ın ‘ABD'ye ölüm, İsrail'e ölüm’ şeklinde ifade ettiği düşmanlığı sürdüren eski söylemine inandırıcılık kazandırma çerçevesine giriyor:

Filistin davasını kullanmak, Filistinlilerin çektiği acılara ve aşağılanmalara içtenlikle sempati duyan Arap dünyasını esir alan aşırılığın simgesiydi ve halen de öyle. Ancak silahlı kişilerin ‘James Bond’ tarzı bir eylemle bir helikopterden Babul Mendeb'deki bir gemiye iniş yapmaları ve Sana'dan gelen İsrail'i yok etme tehdidi ile durum başka bir boyuta geçti.

Bu, İran Dışişleri Bakanı'nın (önleyici ve proaktif eylemler ihtimali) hakkında söylediklerinin bir uygulaması olabilir. Yahut İran Devrim Muhafızları Komutan Yardımcısı’nın "Bölge barut fıçısı" ifadesini tekit eden “İsrail bir şokla daha karşı karşıya kalacak" sözünün devamı olabilir. Fakat daha sonra İran tarafının açıklamalarında bir soğuma yaşandı ve şu noktaya geldi:

“Destekliyoruz ama katılmıyoruz!”

Aynı şekilde İran gazeteleri de devrimci söylemini yumuşattı. Bunun açıklaması Demokrat ABD yönetimiyle (kapalı kapılar ardında) bir anlaşma yapılmış olması olabilir. Zira belki de Donald Trump'ın önderliğinde İran dosyasında bambaşka düşünen bir yönetimin göreve gelmesi muhtemel olduğundan, bu İran için sadece bir fırsat.

İran, asıl hedefi olan Arap sokaklarında ABD'ye yönelik öfkeyi artırmayı başardı. Keza İsrail ile karşılıklı büyükelçi atayan ülkeleri zor durumda bırakma, davaya fayda sağlasa bile bu yönde düşünmeyi kısıtlama, ayrıca Filistin Otoritesi’ni zor durumda bırakma ve küresel düzeyde manevra alanını daraltma, böylece gördüğümüz gibi köktendinci popülizmi teşvik etme, Husilerin Yemen sahnesinde etkili bir rol almasını sağlama ve meşru Yemen devletini zayıflatma amaçlarını gerçekleştirdi. Kısacası, doğrudan onunla karşı karşıya gelmeden düşmana boyun eğdirdi veya onu sıkıştırdı!! Filistin davasının başına gelebilecek en iyi şey İran'ın bu davadan elini çekmesidir!

Son söz; bütün bu manevranın bedelini Gazze'de tonlarca betonun altında ezilen Filistinli çocukların, kadınların ve yaşlıların kemikleri ödüyor!