Nebil Amr
Filistinli siyasetçi ve yazar
TT

Filistinliler ve önderleri

Modern tarihlerinde gerçek bir devletleri ya da gerçek bir devlet başkanları yoktu ama her zaman bir davaları ve önder şahsiyetleri vardı.

Nekbe’nin başlangıcından bu yana bu önder, üç liderliği (dini, sosyal ve siyasi) bir araya getiren Hacı Emin el-Hüseyni’ydi.

Topraklarından çıkmak zorunda kaldıktan ve ardından en büyük kaybeden Hitler’in müttefiki olarak kayıtlara geçtikten sonra hayatının son kısmını vatanından uzakta geçirdi.

Onu Avukat Ahmed eş-Şukayri takip etti. Şukayri, dönemin en yüksek milli organı olan Arap Birliği’nin tarihi zirvesinde tüm Arap liderlerinin kararıyla oluşturulan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Başkanı ünvanıyla Araplar tarafından önder olarak seçildi.

Araplar Şukayri’yi başa getirdikleri gibi, Haziran 1967’deki en büyük başarısızlığın sorumluluğunu kendisine yükleyerek onu bulunduğu konumdan indirdiler. Yenilginin en zayıf nedeni olmasına rağmen, kendisi, kurban edilmesi en kolay hedefti.

Neredeyse hesaplanmayan ve öngörülmeyen bir geçiş sürecinde, Yaser Arafat’ı (Ebu Ammar) resmi sözcüsü ve temsilcisi olarak atayan Fetih Hareketi’nin somutlaştırdığı silah liderliğinin yolunu açmak üzere Şukayri’den sonra yardımcısı Yahya Hammuda önder seçildi.

Filistin liderliğinin işleri bu şekilde büyük oranda bir uyumla otomatik olarak mantıklı bir şekilde ilerledi. Her öncü şahsiyet başkalarında bulunmayan özelliklere sahipti. Bu yüzden halk onları bağrına bastı ve onları liderleri olarak kabul etti. Bazıları karşı çıksa da insanların muhalefeti onların konumunu veya başkalarının kendilerine karşı davranışını etkilemedi.

Ancak ne zaman Filistinlilerin başına bir felaket gelse çarpıcı bir şey oldu.

O da şu soruydu: Giden kişiden sonra birinci adam kim olacak ve Filistin meselesi ve halkı hakkında diğerleriyle kim iletişim kuracak?

Liderliği bir dizi etkili unsurun birleşiminden oluşan Arafat’ın uzun dönemi sırasında, onu birinci adam pozisyonuna yakıştırmayanların olduğu görüldü. Fetih hareketinin içinden kendisini devirmeye çalışanlar çıktı. Ancak bu çok ciddi ve belirleyici bir mesele değildi. Zira kendine özgü özellikleriyle Arafat, iç rakiplerinden daha güçlüydü. Başta kalma ve rakiplerini kontrol altına alarak onların etkinliğini ikinci plana atıp karşısındakileri ekarte etme konusunda daha becerikliydi.

Arafat’ı ekarte etmeye yönelik en ciddi girişim, etkili rejimlerin katıldığı, yani Filistin’in devrimci varlığı konusunda belirleyici coğrafyanın (Suriye) etkin parayla (Libya) birleştiği girişimdir. Bu, Arafat’ın liderliğinde 1982’de Lübnan’da gerçekleşen en uzun Arap-İsrail savaşına önderlik etmesiyle efsaneleştiği sıradaydı. Beyrut limanından yenilgiden daha güçlü bir zafer imajıyla çıkar çıkmaz ortadan kaldırılmasına yönelik hazırlıklar başlamıştı. El-Fetih içinde, FKÖ şemsiyesi altındaki diğer devrimci güçlere yayılan büyük bir bölünme örgütlendi. Arafat, Ulusal Konsey aracılığıyla meşruiyetini yenilemek zorunda kaldığında, Konsey’e her zaman ev sahipliği yapan ülkeler arasında Konsey’i kendi topraklarında toplayacak kimseyi bulamadı. Bunun sebebi, FKÖ ile Arafat’ın akıbetini belirsiz kılan bölünmeydi. Bütün evrende dolaşan bir soru vardı. Kim kazanacaktı? Arafat mı yoksa ondan ayrılıp ona karşı olanlar mı?

Akıllı Kral Hüseyin bin Talal, keskin öngörüsüyle geleceği okudu. Temmuz 1970 husumetini hafızasından sildi ve Konsey’in krallığının başkenti Amman’da toplanmasını kabul etti. Tarih, Hüseyin’i FKÖ ve Arafat’ın liderliği için yeni bir başlangıç sağlayan lider olarak kaydetti. Böylece bölünme ve Arafat’ın muhalifleri ortadan kayboldu.

Bir zamanlar Arafat’ın yanında başkan yardımcısı olarak adlandırılan inatçı avukat ve sert muhalif İbrahim Bekir vardı. Eylül 1970 olaylarının ardından Ürdün’deki devrimci askeri varlığın sona ermesiyle birlikte, FKÖ başkanının artık bir yardımcısı yoktu, bilakis kamuoyunun ve şahsi yeterliliğin belirlediği ikinci bir adamı vardı. O kişi Salah Halef (Ebu İyad) idi. Resmi bir atama ve hatta örgütsel bir düzenleme olmadan ikinci adam olmuştu.

Gelgelelim, pandemiyi andıran bir durum içerisinde, önce Ebu İyad suikasta kurban gitti, ardından Ebu Cihad öldürüldü ve Halid el-Hasan Ebu es-Said öldü. Bunlar, Arafat’ın muhtemel varisleri olarak isimleri dolaşan kişilerdi. Geriye sadece iki tarihi şahsiyet kaldı; bu yazıyı kaleme aldığım sırada hala hayatta olan ve Oslo’ya muhalefeti sebebiyle baş liderlikten kaçınan Faruk el-Kaddumi ve birinci adam olarak başa geçen ve hala da konumunu koruyan Mahmud Abbas.

Oslo’dan sonra Filistin Yönetimi’nin, FKÖ’nün ve El-Fetih’in en uzun dönem başkanlığını elinde tutan Abbas’ın bu uzun soluklu döneminde, liderlik mirasının uyum içerisinde otomatikmen geçişi sona erdi. Kendisinden sonra kimin geleceğinin belli olmadığı belirsizliklerle dolu yeni bir dönem başladı. İşte böyle bir belirsizlik içinde benim “liderlik takıntısı” diye tanımladığım durum ortaya çıktı.

Arafat döneminde bölünme oldu ve aşıldı. Abbas döneminde de bölünme yaşandı ancak Hamas Hareketi’nin seri hazırlıklarının ardından bu bölünme alenileştiğinden beri Filistin durumu bir bütün olarak çıkışı olmayan bir tünele girdi. Ancak iyimser bir şekilde söylemek gerekirse -şimdiye kadar- Hamas Gazze’nin kontrolünü ve Batı Şeria’da El-Fetih ile nüfuz rekabetini tekeline aldı.

Bu durum Abbas için ikili bir durum yarattı; El-Fetih, FKÖ ve Filistin Yönetimi’nin başındaki en güçlü isimken, Hamas ve İsrail ile çatışma denkleminde en zayıf kalan isim oldu. Abbas’ın 90’ına merdiven dayamış olması birçok kişiyi harekete geçirerek halefinin kim olacağı konusunda sabırsızlanmaya itti. Aynı şekilde birçok ülkeye de şu soruyu sordurdu; Halefi kim olacak? Bu noktada vasıfları ve kabiliyetleri incelenmeden ve en önemlisi de sadece başkan olarak anılması için dahi olsa, halef konusundaki tartışmayı bitirecek bir adamın yeryüzündeki en karışık durumun başına nasıl geçirileceği bilinmeden isimlerin adaylığına ardına kadar kapı açıldı.

Bu konuda ismi dolaşanların bazıları, dış bir denklem üzerinden kendilerine olası bir başkanlık biçiyorlar. Bölge, Filistin konusunda sözü geçen ülkeler ve hatta İsrail’in üzerinde anlaştığı isimler var. Bu kişiler başkanlıklarına giden yolun döşenmiş olduğunu ve meselenin yalnızca, bazı saf dışı bırakmaları gerektirdiğini sanıyor!

Bazıları ise uluslararası sistemin altüst olacağı ve ABD ile İsrail’in rolü sınırlanırken yeni kutuplara, yani Rusya, Çin, Hindistan, İran ve diğerlerine özel bir rol biçileceği üzerine bahse giriyorlar. Sanki bu yeni taraflar Filistinliler için bir başkan üzerinde anlaşmaya varmadan geceleri gözlerini kırpmazlarmış gibi!

Pek çok hayalperest böyle bir şeyi bekliyor ve kendisini halefliğe en yakın kişi olarak görüyor. Bu noktada siyasal İslam’ın bahislerdeki eli yükseliyor.

Ortada “takıntı” denebilecek bir durum var. Bağımsızlık savunucuları, halklarının hiçbir bağlantısının olmadığı harici bir denklem üzerine bahse giriyor ve liderlik takıntısı olanlar sandıktan söz edilince tir tir titriyor. Çünkü dış denkleme inançları ve belirleyici kararın burada yattığına ilişkin hissiyatları onları sürekli, ulusal durumun dışından nüfuz sahibi olanların kararını bekleme pozisyonuna sokuyor. Ancak ister hala işleyen kadim uluslararası sistemin kutuplarından isterse henüz kurulmamış yeni uluslararası sistemin kutuplarından olsun, yabancı güç sahipleri Filistinliler için bir başkan değil, başkan adı altında kendilerine bir temsilci arıyorlar!

“Hasbünallahu ve nimel vekil” (Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir) duasına La Havle ve La Kuvvete İlla Billahil Aliyyil Azim (Kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah'ın yardımıyladır.) sözünün eklendiği bir dönemdeyiz.