Memun Fendi
TT

Gazze ve bölgesel güvenlik ikilemi

Ortadoğu'da bölgesel güvenlik, 1967'den günümüze kadar çözümü aranan ve bilhassa İsrail'in Gazze halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşının ardından tehlike noktasına ulaşan krizin boyutuna yakışacak ciddiyette kendisini tartışmamız gereken gerçek bir ikilem. Kriz, hızlı çözüm veya hızlı düzeltme arayanlar ile Gazze savaşının ertesi gününü düşünenler arasında hakim olan kafa karışıklığında açıkça görülüyor. Ender olacak kadar  az kişi de orta vadeli olsa bile sürdürülebilir çözümler düşünüyor. Gazze'den Washington'a kadar Dışişleri ve Savunma bakanlıklarında cevap arayan kafa karıştırıcı sorular dolaşıyor. Zira Batı'nın görüşü de en az bizimki kadar net değil ama burada bizi ilgilendiren, Arap dünyasındaki kafa karışıklığının ve netsizliğin nedenlerini açıklamak.

Hakim olan kafa karışıklığının birinci nedeni, Arapların tehdidin kaynağı ve ne olduğuna (tehdit algısı) ilişkin izlenimlerinin değişmesidir. Arap ulusal güvenliğine yönelik tehditlerin niteliğine ilişkin düşünceler, Mısır'da Cemal Abdunnasır'ın yönetiminden günümüze kadar defalarca değişti. Arap ülkelerinin ve bu tür konular hakkında düşünmekle görevli iç kurumlarının performansının niteliği de değişti. Arap Birliği gibi sınır ötesi kurumlar bile alternatif politikalar önerme düzeyinde dahi üzerlerine düşen rolü yerine getiremiyor gibi göründü.

Nasır döneminde düşman fikri İsrail üzerinde yoğunlaşmıştı ve bu tehdit ile başa çıkmak için ittifaklar kurma konusunda iki tasavvur bulunuyordu. Birincisi Nasırcı tasavvurdu ve Arap milliyetçiliğine, Arap ülkelerinin birliğine dayanıyordu. Arapçılığın düşünce deposu ve tehditlere karşı koymanın popüler kuluçka makinesi olduğunu düşünüyordu. İkinci tasavvur Faysalcıydı, yani Kral Faysal bin Abdulaziz'in ittifak çemberinin İslam dünyasını da kapsayacak şekilde genişletilmesi önerisine dayanıyordu. Koordinasyonun araçları ise bir yanda Arap Birliği, diğer yanda İslam Konferansı Örgütü tarafından temsil ediliyordu. Bu anlattıklarımın bilinen bir şey olduğunu biliyorum ama tehditlerin doğasını, onlara karşılık vermenin yolunu ve bu yolun etkililiğinin veya başarısızlığının boyutunu anlamak için kısaca da olsa tekrarlamak gerekiyordu.

 Arap ülkelerine yönelik tehdidin niteliği, Saddam Hüseyin'in Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal etmesiyle değişti. Bir Arap ülkesinin başka bir Arap ülkesini işgal etmesi, özellikle Arap ülkeleri grubundaki daha küçük ülkeler arasında, tehdidin doğasına ilişkin yeni kavramlar dayattı. Bu yeni tür tehdit ile başa çıkmak için kendisine yeni ittifaklar dayattı. Suudi Arabistan Krallığı liderliğinde Körfez ülkeleri, Kuveyt'i Irak işgalinden kurtarmak için sınırlı bir Arap desteğine sahip, geniş bir küresel koalisyon kurma yoluna gittiler. Ortak Arap savunması fikrinin gerilemesi nedeniyle Kuveyt Araplar tarafından değil, ABD liderliğindeki küresel koalisyon tarafından işgalden kurtarıldı. Bunu, Katar ve Kuveyt'te sabit askeri üslerle bölgede daha büyük bir Amerikan varlığı izledi.

Ardından 2010-2011'deki Arap Baharı geldi ve Arap devletlerinin iç yapısına ve ayakta kalma kabiliyetine yönelik bir iç tehdit oluşturdu.Tehdidin niteliği değişse de güvenlik fikri genişledi. Bu büyük patlamaya yol açan şey artık sadece askeri değil, sosyal, ekonomik ve politik boyutları da içeriyordu. Yani güvenlik fikri etrafında yeni bir tür teorileşmeye odaklanmayı kapsıyordu. O da “insani ulusal güvenlik”, yani güvenlik birey ile başlar fikriydi. Bu yaklaşım, birçok Arap ülkesinin kendi iç güvenliği konusunda kendine güvenmesine ve ulusal güvenlikle ilgili düşünme alanını daraltmasına yol açtı.

Sonra başka bir tehdit ortaya çıktı; kendi topraklarında şiddet araçlarını kontrol eden tek taraf olan devletin meşruiyetine meydan okuyan ve bilhassa silahlı olan protesto hareketleri. Hizbullah, Hamas, Hızlı Destek Kuvvetleri, Libya'daki çeşitli örgütler, Yemen'de Husiler gibi hareketler ortaya çıktı. Bazı ülkelerin bu örgütler ile ilgili tutum belirlemekte zorlandıklarını gördük. Bazılarının Lübnan'da Hizbullah'ı, Yemen'de Husileri devleti tehdit etme bahanesiyle kınarken, Sudan'da Hızlı Destek Kuvvetleri’nin yanında olduklarını gördük. Burada verilmek istenen fikir, Gazze'de yaşanan soykırımı ele almanın özelliklerini belirleyen mevcut belirsizlik durumunun, diğer dosyalardaki daha büyük belirsizliğin bir sonucu olduğudur.

Buraya kadar tehdidin niteliğinin değişmesinden bahsettik, ancak bölgesel güvenlik sorunlarıyla başa çıkan ne ilk ne de son grup olmayacağız. Tüm bölgesel grupların bölgesel güvenliği yönetme konusunda kendilerine özgü yöntemleri vardır. Zorlukları farklı açılardan ele alma şekilleri bizim için geçerli olmayabilir ama bunlardan ders çıkarmak da utanılacak bir şey değil.

Bölgesel güvenlik krizini çözmenin birden fazla yolu var. Mesela ABD’nin  Kuzey ve Güney Amerika ya da Çin'in Pasifik bölgesi ile Çin Denizi’ndeki durumu gibi, bir grubun baskın bir devletin gücüne dayanması, bunun örneklerinden biridir. Birinci yol budur.

İkinci yol, sınıfsal olarak benzer ya da demokratik barış teorisinde ortak rejimler arasındaki ittifaktır. Avrupa Birliği'nde bu ittifakın siyasi biçimini, NATO örneğinde ise askeri biçimini görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı'ndan günümüze kadar izleri sürülebilen çeşitli biçimler de mevcut ancak Arap dünyasındaki iki temel sorun, ülkeler arasındaki güven eksikliği ve aralarındaki koordinasyonun düşüklüğünün yanı sıra, riskler ve bunların doğası hakkındaki genel izlenimdir.

Arapların bölgesel güvenliğe yönelik düzenlemeleri ile dünyanın diğer bölgelerindeki diğerleri arasındaki fark, diğer bölgesel ittifakların, ortak tehdidin doğası ve onunla başa çıkma yolları konusunda ortak bir zeminde buluşan bir grup ülkenin varlığı gerçeğine dayanmasıdır. Arap dünyasında ise tehdit anlayışı farklı ve çeşitli, bu konuda bir fikir birliği yok. Bu nedenle her ülke, anlık ve acil güvenlik ihtiyaçlarına ilişkin anlayışı çerçevesinde bölgesel güvenliği ayrı ayrı ele alıyor.

Burada söylemek istediğim ve bu konuyla ilgili başka bir yazı ile anlatmaya devam etmeyi umduğum husus, Gazze'nin Arap bölgesel güvenliğindeki süreksizlik ve şartlara bağlı dalgalanmalar açısından boşlukları ortaya çıkardığıdır. Gazze ayrıca tehdidin anlaşılması ve onunla başa çıkma yollarında asgari ortak zeminin en iyi ihtimalle sınırlı olduğunu da ortaya koydu. Daha da tehlikelisi, Gazze'deki açlığın da gösterdiği gibi, insani ulusal güvenlik ile ilgili insani müştereklerin sınırlı olmasıdır. Arap Birliği'nin dosyalarında ortak Arap savunması konusunda kağıt üzerinde bir anlaşmamız var ama bunun ne zaman devreye gireceği, nasıl olacağı Arap dünyasını çevreleyen tehlikelere yakışır bir ciddiyetle tartışılmıyor. Gazze'de kurtarılabilecek olanı kurtarma arzumuz var ama somut bir başarı yok.

Asgari düzeyde ortak nokta yaratan kapsayıcı, esnek bir çerçeve içinde her ülkenin güvenliğini bireysel olarak düşünmeye olanak tanıyan esnek kurumları nasıl inşa edebiliriz? Bu bir sonraki makalenin konusudur.