Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Biden ile Netanyahu arasında Gazze değil İran var

ABD Başkanı Joe Biden ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu arasında Gazze savaşının yönetimi, savaşın ertesi gününe ilişkin algılar ve Filistinliler ile İsrailliler arasındaki ilişkileri yönetecek temeller konusunda yaşanan sert anlaşmazlığın gölgesinde, İsrail-Amerikan ilişkilerinin kaderi hakkında pek çok okuma yapılıyor.

Elbette, özellikle Filistinli sivillerin korunması ve Gazze Şeridi'ne insani yardım sağlanması konusundaki anlaşmazlığın, Amerikan silahlarının Washington’a ahlaki sorular dayatan eylemlerde kullanılmasından kaynaklanan utancın gölgesinde, bugün iki ülke ilişkilerinin karşı karşıya olduğu meydan okumaların ciddi olduğu konusunda herkes hemfikir. Buna bir de iki ülke içinde kamuoyundaki değişimlerden kaynaklanan zorlukları, özellikle Demokrat Parti saflarında İsrail'e verilen koşulsuz desteğin yeniden değerlendirilmesi gerektiğini benzeri görülmemiş bir şekilde talep etmeye başlayan ilerici solcu gençlik eğiliminin büyümesini ekleyebiliriz.

Buna ilaveten Gazze savaşı Washington ile Tel Aviv'in, iki devletli çözüm konusunda da ters düşmesine yol açtı. ABD bunu çatışma için tek çözüm ufku olarak benimserken, İsrail’in bunun etkinliği konusundaki şüpheleri artıyor ve adil zeminde bölgesel istikrara ulaşmanın yolları konusunda Washington ile arasındaki ideolojik ve pratik ayrılığı gösterme konusunda ileri gidiyor.

Ancak İsrail-Amerikan anlaşmazlığını açıklayan Gazze savaşı değil, İran'dır.

ABD-İsrail ilişkileri 1950'lerin ortasından günümüze kadar sayısız sınavdan geçti. Süveyş Kanalı krizinden ve ABD'nin İsrail, Fransa ve İngiltere'nin "üçlü saldırısı" karşısında araya girerek Arapları savunmasından, bugünkü Gazze savaşına kadar iki ülke arasında, aralarındaki ittifaka muazzam bir dokunulmazlık kazandıran uzun fikri uyumluluk, kültürel bağ ve ortak stratejik çıkar geçmişinin oluşturduğu bir birikim var.

İki ülke, 1967’deki savaşın ardından İsrail'in işgal altındaki topraklardan çekilmesi çağrısında bulunan “Rogers Planı”ndan kaynaklanan derin ihtilaflarını aşmayı başardı. Bu ihtilaflar, ABD'nin Arap-İsrail çatışmasını çözmeye yönelik siyasi öncelikleri ile İsrail tarafının güvenlik kaygıları ve toprak hırsları arasında bugüne kadar devam eden görüş ayrılığının ilk işaretlerini yansıtıyordu. Fakat iki ülke aralarındaki görüş ayrılığının üstesinden gelmekle kalmadılar, Rogers Planı daha sonra değiştirilen versiyonuyla, Mısır ile İsrail arasındaki yıpratma savaşının durdurulmasını da sağladı. Camp David Anlaşmaları ve daha sonra Mısır ile İsrail arasında barışın sağlanmasıyla taçlandırılan büyük dönüşümlerin yolunu döşedi. Rogers Planı ile daha sonra sağlanan Mısır-İsrail barışı arasında, 1973'te Mısır ile İsrail arasındaki savaş, İsrail ile ABD arasındaki ilişkileri de test etti. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın dehası, daha sonra Mısır'ı Sovyet yörüngesinden çıkaracak siyasi koşulları sağlamak için savaşı ne Mısır ordusunun bozguna uğramasına ne de İsrail'in mağlup olmasına izin vermeyecek denge noktasına getirecek bir plan yaptı. Golda Meir, ABD'nin “adaletsizliğinden” şikâyet ettiğinde Kissinger, Yahudilerin yaşadığı 3000 yıllık adaletsizliğe eklenecek bir miktar daha adaletsizliğin pek bir şeyi değiştirmeyeceğini söylemişti.

Aslında Madrid Konferansı'ndan Biden'ın kapsamlı barış planına kadar Amerikan barış projeleri, İsrail’le ilişkilerin gücü için her zaman bir sınav oldu. İki müttefik bu sınavlardan her zaman ilişkilerinin gücünü teyit eden uzlaşılarla çıktı.

Ayrıca örneğin, 1985’teki İsrail adına çalışan Amerikalı casus Jonathan Pollard dosyası gibi iki ülke arasındaki güvenlik dosyaları, ilişkilerini ciddi şoklara maruz bıraktı. Casus Pollard vakası, iki müttefik arasında nadir görülen bir güven ihlalini temsil etti ve istihbarat paylaşım protokollerinin yeniden değerlendirilmesine yol açtı. Washington ile Tel Aviv arasındaki diplomatik ilişkilere gölge düşürdü. Pollard davası, müttefikler arasındaki ulusal güvenlik meseleleri ile diplomasiyi çevreleyen kompleks sorunları vurgulasa da sonunda, her iki ülkenin de aralarındaki hassas meseleleri stratejik ittifaklarını koruyan bir çerçeve içinde ele alma kararlılığını teyit etti.

ABD-İsrail ilişkilerinin karşılaştığı çeşitli zorluklar arasında bana öyle geliyor ki, 2015 yılında İran ile nükleer anlaşmaya ilişkin müzakereler, İsrail'in ABD ile ittifakının gücü ve ABD'nin İsrail'in güvenliğine olan bağlılığının düzeyine ilişkin bakış açısında en belirgin dönüm noktasını temsil ediyordu.

İsrail'in anlaşmaya yönelik güçlü itirazı, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun 2015 yılında ABD Kongresi’nde yaptığı benzeri görülmemiş konuşmada açıkça görüldü. Bu itiraz, bugüne kadar iki ülke ilişkilerindeki en derin çatlağı temsil etti.

İsrail, anlaşmayı İran'ın nükleer hırslarını sınırlamaya yetmeyen, kendisinin güvenliğine ve varlığına doğrudan tehdit oluşturan naif bir anlaşma olarak gördü. Washington ise anlaşmayı bölgede nükleer silahların yayılmasının önlenmesi ve istikrara yönelik stratejik bir adım olarak değerlendirdi. Bu anlaşmazlık hâlâ İsrail kamuoyunun, İsrail'in güvenliği ve varlığıyla ilgili konularda ABD'ye duyulacak güvenin gücüne ilişkin algılarının en belirgin itici gücünü oluşturuyor. Gazze savaşı, İsrail'in, ABD'nin özel siyasi çıkarlar uğruna müttefikinin güvenliğini feda etmeye hazır olduğuna dair inancını pekiştirdi.

İşte Refah’la ilgili anlaşmazlığın can alıcı noktası da bu. Sadece Netanyahu için değil, İsrail için de şehre girmek Hamas'ı sona erdirmek adına girişilmesi gereken bir savaştır ve ABD'nin bunu engellemeye yönelik baskısı Hamas'a bir hediyedir. İsrail üzerindeki mevcut baskılar ve Han Yunus'tan çekilme, İsrail'in zihninde ana müttefikin daha küçük müttefikinin güvenliğini riske attığı anlamına geliyor!

Bu meydan okuma, İsrail-Amerikan ilişkilerinin geçmişte karşılaştığı hiçbir şeye benzemiyor. Bu seferki nedenler, stratejik çıkarlarla siyasi ve ahlaki bakış açıları arasında dengeyi sağlama oyunuyla ilgili değil. Daha ziyade, Washington'un İsrail'in güvenliğini korumaya hazır ya da bazı politikalarının İsrail'in güvenliğine ve varlığına doğrudan tehdit oluşturduğunun farkında olup olmadığı konusunda İsrail’in yaşadığı güven eksikliğidir.

Şu anda ABD-İsrail ilişkileri her iki ülkenin tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kavşakta bulunuyor. Bu seferki meydan okuma, iki ülkenin ortak stratejik hedeflerini ve değerlerini dikkatli bir şekilde yeniden değerlendirme veya anlaşmazlıkları diplomatik olarak yönetme ihtiyacının ötesine geçiyor. Aksine, ikili ilişkilerin gelecekteki gidişatının dayanacağı temellerin yeniden tanımlanmasını gerektiriyor. Amerikan-İsrail ortaklığını derin anlaşmazlık anları dahil her zaman karakterize eden esnekliğe güvenilemez. Şu anda karşı karşıya olduğumuz şey, Ortadoğu'da siyaset ve güvenliğin daha geniş sahnesini etkileyecek bir sınavdan başka bir şey değil.