Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Netanyahu'nun takıntısı ve bölgesel seçenekler

Birleşmiş Milletler Antlaşmasında devlet kavramı, net sınırların ve devlet egemenliğinin tanınmasını gerektirir. Bu kavram, Otuz Yıl Savaşları'ndan sonra Avrupa'da doğdu. Dini çatışmaları önlemek için dönemin prensleri, sınırları sabit prenslikler kurmayı kabul ettiler. Bu prensliklerde yaşayanların ve çatışan dinlere mensup olanların, prenslere boyun eğmeleri, bunu istemeyenlerin ise ayrılıp kendi inançlarını benimseyen başka bir prensin otoritesini kabullenmeleri gerekiyordu. Böylece Avrupa, çatışma ve çekişme döngüsünden çıkıp istikrar ve güvenliğe geçiş yaptı. Arap dünyamıza gelince, ne yazık ki devlet kavramı halen istikrarsız ve inanç ideolojisi veya kabile baskınlığını sürdürüyor. Bununla birlikte, sınırlar esnekleşiyor, genişleyebilir veya daralabilir hale geliyor. Kavramın akışkanlığı, egemenlik ve sınırlar pahasına dini ve etnik azınlıkları, dış çıkarlarına ulaşmak için kendilerinden faydalanan ülkelerin kullandığı bir oltaya dönüştürüyor. Bu nedenle, BM Anlaşması, sınırların kutsal olduğunu ve devletlerin içişlerine müdahalenin apaçık bir ihlal olduğunu vurgulamaktadır. Ancak, uygulamada bunlar kağıt üzerinde kalmıştır.

İsrail'in Süveyda'ya son müdahalesi, Suriye güvenlik güçlerinin ve başkentin bombalanması ve yeni kurulan Suriye hükümetini devirme tehdidi, özellikle sınırların kutsallığı ve devletlerin içişlerine müdahale edilmemesi ilkesi başta olmak üzere, BM Anlaşması’nı ihlal etme arzusuna işaret ediyor. Böylece Netanyahu, herhangi bir devletin bir azınlığı koruma veya ulusal güvenliğini güçlendirme bahanesiyle kendi mantığını diğerine dayatma hakkına sahip olduğu fikrini kökleştiriyor. Ancak, aşırı güç kullanabilmesi ve Gazze'de yaptıklarından ceza almadan kurtulabilmesi, bu bölgenin zemininin kaygan olduğunu ve komplekslerinin sandığından daha karmaşık olduğunu ona unutturdu. Bu kompleksler arasında Dürzilerin projelerine karşı safları sıkı tek bir blok oluşturmaması, Arapların onunla patlayıcı bir barış istememesi ve Türkiye'nin Suriye'de güvenliği pahasına genişlemesini kabul etmeyeceği gerçekleri de yer alıyor. İran’a bağlı milislerin ülkelerinin egemenliğini zayıflatmasının ve Arap Baharı ile sonrasında yaşananların ardından, Araplar pragmatik olarak İsrail ile uzlaşmaya yöneldiler; ancak İsrail'in devlet kavramına karşı giderek daha saldırgan bir tavır takındığını gördüler. İran her zaman milisler kisvesi altında saklanırken, İsrail bir Arap cumhurbaşkanının sarayını açıkça bombaladı, her zaman kendisine bir tehdit olarak gördüğü İran müdahalesinin hakimiyetinden yeni çıkmış bir ülkenin Genelkurmay Başkanlığını vurdu. Yeni Suriye Cumhurbaşkanı Golan Tepeleri'nin işgali ve Şam'a doğru genişlemesi konusunda sessiz kalmak, casus Cohen'in eşyalarını teslim etmek, işgal altındaki Suriye topraklarının iadesine bağlı kademeli bir barış sürecini ve Filistin sorununa adil bir çözümü kabul etmek dahil olmak üzere sunduğu tüm tavizlere rağmen, İsrail uçakları tarafından ölümle tehdit ediliyor. Tüm ülkeler tarafından tanınmasına rağmen, aşırılıkçı olarak damgalanıyor.

Ülkelerin kaderi genellikle liderlerinin psikolojisine bağlıdır ve Netanyahu, 20 yıllık iktidarının ardından, İsrail halkı için mucizeler yaratan ve tüm düşmanlarına boyun eğdiren birisi olmayı amaçlıyor. Bu nedenle barışı değil, sadece teslimiyeti kabul edecektir. Bu sebeple Cumhurbaşkanı Şara'dan Golan Tepeleri'ni ve Hermon Dağı'nın yakın zamanda işgal ettiği bölgelerini unutmasını ve Süveyda'da devletin egemenliğini sağlamaya çalışmamasını istedi. Yarın, güvenliğini tehdit edeceklerini iddia ederek, uçaklar veya savunma sistemleri satın almasını da engelleyecektir. Bu tarihi liderlik eğilimine ilave olarak, Netanyahu tehlikeli bir kompleksten muzdarip, o da korku takıntısıdır. Bu patolojik takıntı, etrafındakiler için daha da büyük bir sorun yaratmaktadır, çünkü ondan daha da fazla korkacaklar ve sahip oldukları her şey ile onunla yüzleşmek için hazırlanmak zorunda kalacaklardır. Bu, savaşı kaçınılmaz, kanlı ve çözümsüz kılmaktadır. Takıntılı Netanyahu, onu destekleyen Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa için de bir sorun teşkil ediyor. Al-Monitor haber sitesi, Amerikalı yetkililerin Netanyahu'ya “birkaç günde bir yeni bir savaşa giremezsiniz. Biz alevleri söndürmeye ve savaşları azaltmaya çalışıyoruz, siz ise onları artırıyorsunuz” dediğini yayınladı. Avrupa da bölgenin tek demokrasisi olmakla övünen İsrail'den utanmaya başladı.

Netanyahu'nun ihlalleri, ekonomide “marjinal fayda” olarak adlandırılan sınırı aştı; yani doygunluğun zirvesine ulaştı ve geri sayım kaçınılmaz olarak başlayacaktır. Bunun en önemli sebepleri ise şunlar; herkese barışın ancak güç dengesiyle sağlanabileceğini, aksi takdirde teslimiyete dönüşeceğini kanıtladı. ABD'ye, Trump'ın bölgesel barış vizyonuna engel olduğunu kanıtladı. Avrupa'ya ise demokrasi ve insanlık için bir leke olduğunu kanıtladı. NATO üyesi Türkiye'yi, çıkarlarını korumak için dişlerini göstermeye ve Araplar ile daha fazla yakınlaşmaya itti. Ayrıca, Şara'yı, savaşmayı çok iyi bildiğini ve ülkesinin birliğini korumak için onunla karşı karşıya gelmekten korkmadığını ima eden örtülü bir tehdit savurmaya teşvik etti. Son dönemde aşiretler arasında tanık olduğumuz seferberlik ve karşılıklı şiddet, ilgilileri Suriye devletini desteklemek gerektiği, aksi takdirde şiddetin daha fazla şiddete yol açacağı konusunda uyandırdı. Nitekim bu durumda bölgenin güvenliği ve bizzat ABD ile İsrail’in güvenliği pahasına Suriye eski haline, yani savaşa geri dönecektir.

Sadece iki seçenek var; birincisi, Netanyahu’nun, takıntısını ve tarihi lider fikrini terk edip bölgenin meşru taleplerine boyun eğmesi, diğerleri gibi devlet kavramına ve egemenliğine saygı göstermesi, Filistinlilerin haklarıyla birlikte yaşamayı kabul etmesi, ikincisi yol açacağı felaketleri göze alarak Büyük İsrail'i kurmak için tüm bu kavramları reddetmesidir.

İlkini seçerse barış içinde yaşayacaktır. Aksi takdirde, iş işten geçtikten sonra, yangını başlatanın onu söndüremeyeceğini anlayacaktır.