Siyasette ahlak yoktur, çıkarlar vardır sözüne, ahlak nihayetinde çıkarların gerçekleşmesini sağladığı için ikisi arasında karşıtlık yoktur diyen başka bir söz ile karşılık verilir. Batı'nın ahlak terimini tekeline almasına ve Doğulu rejimler karşısında çıkarcı bir şekilde onu yükseltmesine rağmen, aralarında karşıtlık olmadığı sözünün Doğu'dan çok Batı'da benimsendiği hissediliyor. Ancak Batı Gazze savaşında tüm bu iddia ve söylemlerinden sıyrıldı ve artık yükümlülüklerinden kaçamıyor çünkü Gazze’de olup bitenler, dehşetiyle tanımlanamaz nitelikte. Vahşete rağmen demokratik rejimler davranışlarındaki tutarsızlığı örtbas etmeye çalıştılar ve bu, sloganın önemi hakkında gerçek bir farkındalığa sahip olduklarına işaret ediyor, aksi takdirde ona önem vermezlerdi. Ancak bu girişimleri ahlaki açıdan çekingen ve yasal açıdan sallantılı olsa da sonuçta bir itibarı kurtarma girişimi olmayı sürdürüyor, çünkü demokrasilerde itibar etkilidir, otoriter rejimlerde ise alt sıralardadır.
Batı, Hamas hareketini terör örgütü olarak tanımladı ve saldırısını vahşi ve uluslararası yasaların ihlali olarak nitelendirdi. İsrail'in BM Anlaşması’nın 51. maddesi uyarınca kendisini savunma hakkına sahip olduğunu söyledi. Bu nedenle terör örgütü olarak gördüğü bir hareketin saldırganlığına karşı koyma konusunda İsrail’e destek sağlandı. Bu tanımlama, ahlaki pozisyonu iyileştirmek ve kuşatma altında, sınırlı bir alana sahip ve 3 milyon insanın yaşadığı bir bölgedeki İsrail askeri harekâtına sınırsız desteğini haklı çıkarmak için yasal metinden yardım almaktı. Ancak çatışmayı Hamas ile sınırlamak ve Filistin-İsrail çatışmasının uzun tarihini göz ardı etmek, hukukun etrafından dolaşmak, gerçeklerin tek taraflı yorumlanması ve metinlerin fırsatçı, çıkarcı bir şekilde uygulanmasıdır. Gazze sadece Hamas değil. Mesele bundan daha büyük ve toprak Yahudilerin tarihi hakkıdır ve Filistinliler sonuçta Arap’tır ve komşu ülkelerde kardeşleriyle birlikte yaşayabilirler sloganıyla topraklarından sürülen bir halkın hakkıyla ilgilidir. Batı, bu tanımlamasıyla İsrail'i korumayı ahlaki bir görev gibi gösteriyor, ancak İsrail'in iddiasının sahteliğini göz ardı ederek topraklarından sürülen Filistin halkını korumakla da aynı derecede (ahlaki olarak) sorumlu hale geliyor. Böylece Batı'nın ahlaki krizi, hukuki ve tarihsel sorumluluğuyla birlikte iki katına çıkıyor. Taşıdığı ahlaki yükü azaltmak için Batı, iki devletli çözüme başvurmak zorunda kaldı ve bölge ülkeleri de bunu bir oldu bitti olarak kabul etti. Bu çözüm sahada bir santim bile ilerleme kaydetmedi çünkü Batı bunu sadece bir slogan olarak öne sürdü ve İsrail'i tersini uygulama konusunda serbest bıraktı. Üzerinde baskı kurmak yerine, Hamas saldırısından önce İsrail’e yönelik baskıları hafifletmeye çalıştı. Bu yöndeki adımların en sonuncusu İsrail ürünlerine yönelik ticari boykotu suç saymak oldu. Ondan önce de BM’nin Siyonizm’i bir ırkçılık olarak tanımlayan kararı askıya alınmıştı. Başka bir deyişle Batı, İsrail'i koruma ahlakı ilkesini Filistin halkını koruma ahlakı ilkesine tercih etti ve böylece kendisini otoriter saydığı ülkeler ile eşitledi.
7 Ekim 2023 saldırısı aynı zamanda otoriter ülkelere kendilerini zarardan uzak tutarken “Filistin halkını korumak” sloganını öne sürüp ahlaki denklemi Batı aleyhine çevirmelerine de olanak tanıdı. Böylece her iki kampta da ahlak, değerler, stratejik ve hayati öneme sahip çıkarların altında saklandığı bir bahane haline geldi. Ancak iki kampı eşitlemek haksızlıktır; çünkü Batı, demokratik yapısı gereği her zaman gözden geçirmeye, eleştirmeye, sonra değiştirmeye eğilimlidir. Karşı tarafın ise bu türden bir becerisi hiç yoktur.
Demokratik bir toplumda insanların protesto etmeleri ve hükümetlerinden hesap sormak için kanunlara başvurmaları kolaydır, oysa görünüşte demokratik gibi görünse de otoriter kampta insanların böyle bir seçenekleri yoktur. Örneğin Hollanda'da sivil kuruluşların dava açması üzerine yargı müdahale etti ve İsrail'e silah satışını durdurdu. İngiltere’de 800’den fazla avukat ve yargıç, Başbakan'a hitaben, uluslararası hukuku ve insancıl hukuku ihlal ederek İsrail'i destekleme politikasına karşı kendisini uyaran bir mektuba imza attılar. Silah satmaya devam etmenin İngiltere’yi suç ortaklığı suçlamalarına maruz bırakacağı ve belki de İngiltere’yi daha sonra Gazze'de zarara uğrayanlara tazminat ödemeye zorlayacağı konusunda onu uyardılar. Bu gösteri düzenleme ve dava açma hareketi Batı'daki iktidarları kısıtladı, telaşlandırdı ve son dönemde yetkililerini İsrail hükümetini eleştirmeye zorladı, hatta bazıları ona yaptırım uygulayacaklarını dahi ima ettiler. Demokrasilerde liderler kitlelerden korkar ve onların sesine kulak vermezlerse gelecek seçimlerde iktidarı kaybedeceklerini bilirler. Bu nedenle çıkar, çok önemli olmasına rağmen kitlelerin ruh halinin esiri olmaya devam eder ya da en azından yasalarla evcilleştirilmiş ve seçimler, demokratik kurumlar ile sınırlandırılmıştır.
Diğer tarafta, (otoriter rejimler arasında) çıkar kavramının her şeyden önce geldiğini görürüz. Orada yetkililer ahlaki gerekçelerle ilgilenmezler; bunun yerine saf siyasi gerçeklik, ulusun üstün çıkarları ve tarihsel hak mantığıyla konuşurlar. Ahlakı Batı'ya karşı fırsatçı bir silah olarak kullanmaktan bir an bile çekinmezler. Bu fırsatçılık ise ahlakı öldürür; çünkü amaç Filistin halkını korumak değil, Batı'nın ikiyüzlülüğünü öne çıkarmaktır. Batı’nın çıkar anlayışında onlardan farklı olmadığını ispat ederek, ahlâkı tamamen reddedip yerine saf çıkarı yerleştirme kuralını sabitleştirmektir. Bu, Güney Afrika ve Nikaragua hükümetlerinin İsrail ve Almanya'ya karşı açtığı dava da dahil olmak üzere bazı ülkelerin eylemlerinde oldukça açıktır. Bu iki ülkenin iddiaları ahlaki açıdan önemli ve insani açıdan gerekli olmasına rağmen ikiyüzlülük ve seçicilikle suçlanıyorlar. Zira Nikaragua geniş çaplı insan hakları ihlalleri ile suçlanırken, Güney Afrika seçici davranıp Gazze halkına ağlarken, Suriyelilerin çektiği acı ve eziyetlere, Ukraynalıların mücadelesine sessiz kalıyor. Bu durum, amacın ahlak değil, çıkar olduğunu ve bu ülkelerin liderlerinin sonuçları ne olursa olsun çıkar peşinde olduklarını açıkça gösteriyor. Söz konusu liderler bu çabalarında hiçbir şeyden korkmuyorlar çünkü sonuçta içeride kimse onlardan hesap sormuyor ve güçlü oldukları ve yollarına çıkanlara zarar verme kudretine sahip oldukları sürece dışarıda da hiç kimse onlara karşı durmayacaktır. Dolayısıyla demokrasilerde çıkarın göreceli, kamusal veya kurumsal motivasyona dayalı olarak değişime tabi olduğu, otoriter rejimlerde ise çıkarın mutlak ve sabit olduğu, ahlaki bir incir yaprağına ihtiyaç duymadığı açığa çıkmaktadır.
Bu anlatı önemlidir çünkü bize karar alımında düşünmenin dinamizmini gösterir ve paydaşların devletlerin önemli konulardaki davranışlarını değerlendirmesine, ittifak anlaşmalarında hayal kırıklığına ve hüsrana uğramaktan kaçınmalarına olanak tanır. Zira tamamen kendi çıkarını düşünen devletler (otoriterler), önünde kimin durduğunu umursamayan ve başkalarının çıkarlarıyla hiç ilgilenmeyen bir buldozer gibidir. Göreceli olarak çıkarcı devletler (demokrasiler) ise ahlaki hususları dikkate alır ve kendi çıkarlarını başkalarının çıkarlarıyla dengelerler. Kumları hareketli ve tehlikeli bir bölgede bu anlatı göz ardı edilmemelidir.