Britannica Ansiklopedisi, “distopyayı” acı, istenmeyen, pek çok kötülük taşıyan, istikrarlı ve güvenli bir dünya düzeninin habercisi olmayan bir gerçeklikte yaşayan, yozlaşmış bir şehir olarak tanımlıyor.
Yeni yılın eşiğindeki günümüz dünya düzeni bir “distopyaya” yakın ve ona mı benziyor?
Kötüleşen küresel koşulları ele alan ve cevap bulmaya çalışan en önemli çağdaş düşünürlerden biri, “Political Order and Political Decay” (Siyasi Sistem ve Siyasi Çürüme) adlı kitabı ile Japon kökenli Amerikalı siyaset bilimci ve sosyolog Francis Fukayama'dır. Kitap, 1989 yılında Amerikan The National Interest dergisinde yayınlanan en ünlü makalesi Tarihin Sonu’nun devamı sayılabilir.
Fukayama, yeni kitabında sanki “Amerikan ikiliği” hastalığına yakalanmış gibi görünüyor. Hatta kendisini oluşturmaya ve tarihçesini yazmaya başlamış gibi. Zira bir yandan hâlâ liberal demokrasinin hepimizin ulaşmaya çalıştığı sosyal, ekonomik ve politik refahı garanti edebilecek tek sistem olduğunu müjdeliyor. Ancak diğer yandan, liberal demokrasinin etkinliğini en iyi şekilde sağlayacak kurumları oluşturma yetersizlikleri nedeniyle mevcut insan toplumları hakkında kötümser görünüyor.
Fukayama'nın bu suçlamaları ABD için geçerli mi?
Fukayama'nın cevabı ona göre yetersizlik örneği haline gelen ABD ve aynı zamanda Avrupa Birliği ülkelerindeki iç siyasi sahneyi analiz etmeye kapıyı ardına kadar açıyor. Demokrasinin zayıflıklarının iç baskılardan değil, iç gerilimlerden kaynaklandığını vurguluyor.
Yukarıdaki satırlar bizi Fukayama'nın “Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment” (Kimlik: İtibar Talebi ve Hınç Siyaseti) başlıklı en kışkırtıcı kitabına götürüyor. Bu kitapta, liberalizm ile popülizm arasında temelde ortaya çıkan kimlik çatışmasını anlamaya çalışıyor ve popülizmi karmaşık ve sorunlu bir şekilde “liberalizmsiz demokrasi” şeklinde tanımlıyor.
Bize Fukayama’yı hatırlatan nedir?
Amerikan el-Hurra kanalının web sitesinde yayınladığı röportaj, Amerikan meseleleri üzerine çalışan siyasi analistleri Fukayama'nın bir yandan ABD’ye, diğer yandan çöküş noktasına varacak kadar sarsılmış, nükleer uçurumun kenarında olan küresel sistemin geri kalan dayanaklarına ilişkin görüşlerini takip etmeye iten şey olabilir.
Fukayama, ABD'nin şu anda Donald Trump'ın seçilmesiyle bir belirsizlik ortamından geçtiğini, nedeninin de Trump’ın liberal fikirlere inanmaması olduğunu söylüyor. Bu durumun “Amerikan demokrasisine büyük zarar vereceğini” ileri sürüyor. Trump ve siyasi hırsları ile mücadele etme becerisine rağmen, Amerikan sisteminin devlet kurumları üzerinde büyük baskı oluşturacağına inanıyor. Bunun da kimliklerin sorgulanmasına ve kutuplaşmaya yeniden kapı aralayacağını, dolayısıyla son başkanlık seçimlerinin ardından yaşanan göreceli sükunet döneminin, fırtına öncesi sessizlikten başka bir şey olmadığını düşünüyor.
Burada analitik görüşün yüzeyinde hem ilginç hem de tehlikeli bir soru işareti görülüyor; “eğer kabul edilebilir en iyi yönetim modeli (liberal demokrasi), her türlü entelektüel ve politik kısıtlamadan arınmış ülkelerde uygulanamıyorsa, uluslararası düzeyde, özellikle de “demokratikleşme” ya da özgürlük ve liberalizm dünyalarıyla bağlantısı kesik bölgelerde kendisini uygulamak mümkün mü?
Fukayama'nın uzun röportajında bizi ilgilendiren özellikle Ortadoğu bölgesidir. Washington'un 2003'te Irak'ın işgalinden sonra bölgeye müreffeh bir demokratik sistemi empoze etmeye çalıştığına inanıyor, ancak bu girişimin tamamen başarısız olduğunu da itiraf ediyor.
Peki, özellikle son günlerde yaşananların işaretleri ışığında Trump'ın yeni dönemi bölgeye huzur ve sükûnet getirecek mi?
Fukayama, Trump'ın bölgeye müdahale etmeye çalışması halinde başarısız olacağını vurguluyor ve ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik politikasının bazıları olumsuz olan yerel faktörlerden etkilenmesinden esef duyuyor. Bu faktörler arasında örneğin, ABD'nin yabancı petrole bağımlılığının azaltılması da var. Fukayama’ya göre bu, ABD’nin dünyanın bu coğrafi bölgesine yönelik görüşlerini etkiledi ve gelecek Ocak ayının 20'sinden sonra artacak olan tutarsız bir politika ve belirsizlik durumu yarattı.
Fukayama'nın ABD tanımı, Kissinger'ın daha önce dillendirdiği ABD’nin dünya çapında şu ya da bu şekilde şansı gerileyen “tereddütlü bir ulus” olduğu fikrinden pek farklı değil.
Fukayama'nın çağdaş görüşlerinden okuyucu, özellikle son 25 yılda ortaya çıkan ve dünyanın 20. yüzyılın ortasından beri tanık olmadığı jeopolitik çatışmaların gölgesinde, demokrasinin durumunun küresel düzeyde gerilemede olduğunu anlıyor.
Özetle, mevcut “distopik” veya kaotik dünya düzeninin uzun sürmeyeceği, çünkü kendi yollarını belirlemede bağımsız olabilecek orta güçler arasında bir uyanış olduğu görülüyor.
En önemli soru şu: Dijitalleşme ve yapay zekâ, küresel kaosu artırmaya mı yoksa yeni bir uluslararası Vestfalya'ya doğru ilerlemeye mi katkıda bulunacak? Bu konuya devam edeceğiz.