Filistinlilerin katlandığı muazzam insani ve maddi maliyetlerin gölgesinde Gazze'de ateşkesin başlaması, aynı sıcak soruları gündeme getirdi: Bölgede barış ve istikrara giden tek, gerekli ve nihai yol, yaygın olarak “Filistin davası” olarak adlandırılan meselenin çözümü müdür?
7 Ekim 2023 operasyonunun hedefleri arasında, Arap dünyasında kapsamlı bir barışa hazırlanma konusunda ortaya çıkan ve kilit siyasi pozisyonların dile getirdiği barış dinamiklerini bozmak veya Hindistan, Ortadoğu ve Avrupa arasındaki ekonomik koridor gibi diplomatik ve politik normalleşmenin ötesine geçen ekonomik ve altyapı projeleri arayışlarını engellemek de yer alıyordu. Bunun öncesinde 2020 yılında İsrail ile BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan arasında yeni bir Ortadoğu inşasına giden yolda tarihi dönüm noktası olan “İbrahim Anlaşmaları” imzalanmıştı.
Gazze savaşı, özellikle bu barışa yönelik bir savaş olarak, Arapların İsrail ile normalleşmesinin Filistinlilerden nüfuz kartlarını “çaldığı” iddiasını da beraberinde getirdi. Bu iddia geçmişte uygulanan boykotun Filistinliler tarafından kendi davalarına hizmet etmek amacıyla etkili bir şekilde kullanılıp kullanılmadığını incelemeyi gerektiriyor. Unutmayalım ki, 70 yılı aşkın bir süredir Arap ülkeleri, yerleşim yerlerinin inşasını durdurmak veya bağımsız bir Filistin devleti kurmak konusunda pek bir şey başaramadan, İsrail ile ilişkilerinde ilerleme sağlamanın tek yolunu Filistin sorununun çözümüne bağladılar. Şimdiki normalleşmenin ve benzer anlaşmalara yol açabilecek mevcut dinamiklerin Filistinlileri ve davalarını marjinalleştirdiği söylemine gelince, daha derin bir gerçeği göz ardı ediyor; Filistin liderliği, ister Filistin bölünmesi, ister yaygın yolsuzluk, ister ulusal proje için birleşik bir vizyonun ölümcül yokluğu, ister barış ya da savaş konusunda çeşitli güçlerin uygulanabilir bir stratejiye sahip olmaması nedeniyle olsun, Filistin önceliğinin azalmasında büyük bir sorumluluk taşımaktadır.
Filistin liderliği, onlarca yıldır koşulsuz Arap desteğini boşa harcamadı, aksine bu desteği kendi iç anlaşmazlıklarını besleyen bir kaynağa dönüştürdü. Bu durum Filistin halkının, kendisine sunulan ve çıkarına olan birçok fırsatı değerlendirmesini engelledi. Aynı zamanda ilgili ülkeleri, İran tehdidiyle mücadele, ekonomik kalkınmayı teşvik etme ve kırılgan devletlerin istikrarını koruma gibi diğer bölgesel zorluklarla başa çıkmak için önceliklerini yeniden düzenlemeye yöneltti.
Bugünün büyük trajedisi, 7 Ekim saldırısının Filistinlileri marjinalleştirmenin bölgeyi istikrarsızlaştırdığının kanıtı olduğu fikrinin, sanki bu savaş aslında Filistin halkının çıkarlarına hizmet ediyormuş ya da sözde marjinalleştirmeye çözüm getiriyormuş gibi savunulmasıdır. Gerçekte; İbrahim Anlaşmalarını suçlamak, İran'ın desteğini arkasına alan Hamas'ın, içeriği ne olursa olsun her türlü barış girişimini sabote etmek için çalıştığı gerçeğini göz ardı ediyor. Yine bu tutum, Ortadoğu'daki istikrarsızlığın mezhep çatışmaları, başarısız devletler ve jeopolitik rekabetler (Suudi Arabistan-İran dinamikleri ve Yemen, Suriye, Irak, Sudan ve Libya'daki durumlar) gibi çok sayıda faktörden kaynaklandığı gerçeğini de göz ardı ediyor. Filistin sorunu çözülse bile, bu daha geniş kapsamlı sorunlar istikrarsızlığı beslemeye devam edebilir, dahası çözümlerinin kaderi Filistin davasının kaderine bağlanırsa daha da büyüyebilirler.
İbrahim Anlaşmaları ayakta kaldı. ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin Beyaz Saray'a dönmesiyle birlikte kapsamlı barış önerileri yeniden sunulmaya başladı. Esed rejiminin devrilmesinden sonra İsrail ile çatışmaya ilişkin Suriye söyleminde bir değişim yaşandı ve Lübnan'da barış fikrine uzaktan göz kırpan yeni bir denklem doğdu. Tüm bunlar bölgenin, ekonomi, güvenlik, iklim, teknoloji, yönetim restorasyonu ve siyasi sistemler inşa etme alanlarında diğer ülkelerin karşı karşıya olduğu zorlukları ele almak için, Filistin sorununun nihai çözümünü bekleme fikrini kaldıramayacağına dair kanıtlardır.
Buna göre; Lübnan ve Suriye gibi Filistin davasıyla temas halinde olan ülke ve toplumların kamuoyundaki değişimleri okuyamamak, genel olarak Arap kamuoyuna yönelik basitleştirici bir bakış açısını ortaya koyuyor. Söz konusu bakış açısı, Filistin davasına nihai ve kesin bir çözüm bulunmadan İsrail ile normalleşme konusunda kamuoyunu hükümetlerle ters düşüyormuş gibi tasvir ediyor.
Paralel basitleştirme ise tam anlamıyla Filistinlilerin yararına olmayan şeyin hem kendileri hem de Araplar için tam bir zarar olduğu varsayımından kaynaklanıyor.
Buna karşılık İsrail’le normalleşme, BAE ve Fas örneğinde olduğu gibi, Filistinlilerin haklarına destekten vazgeçmek anlamına gelmeden, bu ülkelerin ulusal çıkarları doğrultusunda gerçekleşti. Örneğin Fas, İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi karşılığında ABD'nin Sahra üzerindeki egemenliğini tanımasını sağladı ki bu, Rabat için stratejik bir kazanımdı. BAE ise İsrail ile barışı Ortadoğu'daki ekonomik ve ticari rolünü genişletmek için kullandı. Teknolojik yatırım alanındaki konumunu güçlendirdi. İsrail ile güvenlik ortaklıkları kurarak bölgesel güvenlik zorlukları ile mücadele etme yeteneklerini geliştirdi.
Ayrıca Abu Dabi, İsrail ile arasındaki güven ilişkisini değerlendirerek, savaş sırasında Filistin halkının direnişini desteklemek ve insani yardım sağlamak konusunda öncü rol üstlendi. Sahra hastaneleri, Gazze'de su arıtma istasyonları kurdu, gıda, sağlık ve lojistik destek sundu. Bu da ülkelerin ulusal çıkarlarını gerçekleştirmek ile Filistin davasını pratik ve etkili yollarla savunmak arasındaki dengeyi yansıtmaktadır.
Barış anlaşmalarını “ya tam bir barış getirir ya da istikrarsızlığı artırır” temelinde yargılamak aşırı basitleştirmedir. Bizimki gibi karmaşık bir coğrafyada barışı sağlamak, kapsamlı istikrarı sağlayabilecek kısmi istikrarın üstüne ekleme sürecidir. Ayrıca, normalleşmenin statik bir süreç olduğunu varsaymak, bu ilişkilerin uzun vadeli potansiyelini göz ardı eder. Oysa bu potansiyel, fırsatları değerlendirebilecek bir Filistin liderliğinin varlığında, Arap devletlerinin Filistin hakları konusunda İsrail üzerinde daha fazla etki kurmasına olanak verecek koşulları yaratabilir.