Gazze'de 7 Ekim'de yapılan operasyondan ve onu takip eden Lübnan'daki savaşlardan, İsrail-İran askeri çatışmalarından, ardından Esed'in devrilmesinden, Yemen'deki Amerikan saldırılarından, sonra İsrail'in Gazze, Suriye ve Lübnan'daki saldırılarından bu yana bölgemizde yaşanan askeri kaosa rağmen, dikkat çekici bir şey var.
Dikkat çekici olan, artık hiç kimsenin sorumluluk almadan ve gerçek bir bedel ödemeden “direniş ve meydan okuma” yalanıyla övünemeyecek olmasıdır. Esed, tüm çelişkilere oynamaya çalıştı, bu nedenle kimi zaman İran ve milislerini kullandı, kimi zaman da Körfez ülkelerini İran'dan ve takipçilerinden uzaklaşmaya hazır olduğuna inandırmaya çalıştı ve devrildi, çünkü bu aşama oyunlar aşaması değil.
Hasan Nasrallah Gazze'ye destek vermeye çalıştı ama destek alamadı, çünkü onun asıl görevi Filistin davasını veya Lübnan'ı değil, İran'ı savunmaktı. Bedelini ödedi, hem de şaşırtıcı bir şekilde; çağrı cihazları operasyonu ile örgütünün tamamı büyük bir darbe aldı, kendisi ve liderliği ise yer altında hedef alındı.
Sinvar Haması, savaş istemediğini ve Gazze'yi yeniden inşa etmek istediğini iddia ederek herkesi kandırmaya çalıştı ve ardından 7 Ekim operasyonunu gerçekleştirdi. Akabinde büyük bir lokma yuttuğunu gördükten sonra şu meşhur şu ifadeyi tekrarlamaya başladı: Ümmet nerede? Araplar nerede?
Sonra Hamas yine savaş sonrası meselesini manipüle etmeye çalıştı ve rehineleri teslim ederken garip bir gösteri sundu. Yüzlerce çelişkili açıklama yaptı, ta ki Başkan Trump gelip Netanyahu'ya yeşil ışık yakana kadar.
Aynı şeyi, Kızıldeniz'in güvenliği ile hiçbir işe yaramayan sloganlarla oynayan Husiler de yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ve işte bölgede olup bitenler ve siyaset konusunda en bilgisiz taraf olan Husilere yönelik Amerikan saldırıları başladı.
Peki bunlar kışkırtıcı sözler mi? Kesinlikle öyle değil. Gerçeği okumadır. Devrim Muhafızları komutanlarının bir zamanlar dört Arap başkentini kontrol etmekle övünmelerine rağmen, şimdi İran Dini Lideri Ali Hamaney'in ülkesinin bölgede hiçbir vekili olmadığı yönündeki açıklamasını düşünmek bunu görmek için yeterlidir.
Dini Lider, Suriye ve Hizbullah konusunda kendisinin ve diğer İranlı yetkililerin açıklamalarına rağmen bunları söylüyor. Zira Tahran, ABD ile İsrail arasında Washington'da yapılacak toplantının kendisiyle nasıl başa çıkılacağını ele alacağını gördüğünde, bunun ciddi bir an olduğunu anladı.
Keza Irak Dışişleri Bakanı'nın, Haşdi Şabi ve Bağdat'taki İran destekli milislerin daha önce yaptığı tüm açıklamalara rağmen, ülkesinin bölgedeki direniş ekseninin bir parçası olmadığını belirttiği açıklaması da dikkatle düşünülmeli.
Dolayısıyla buradaki soru şu: Savaşlar çözüm müdür? Kesinlikle hayır. Ancak statükoyu korumak da bir çözüm değil. Seçenekler ne savaşlar ne de ülkelerin “direniş ve meydan okuma” yalanı altında yok edilmesi olabilir.
En etkili çözüm, Filistin ve İsrail olmak üzere iki devletli çözüme dair net bir vizyona sahip olmaktır. İran'ın nükleer silahı olmadan doğal coğrafyasına dönmesi, ülkeleri yıkma projesinin sona ermesi, milislerin reddedilmesi veya onlarla başa çıkılmasıdır.
Çözüm, Suriye'ye yönelik yaptırımların fiili garantiler doğrultusunda kaldırılması ve İsrail'in buradaki saldırganlığının durdurulmasında, azınlık kartının kullanımının ve aynı şekilde terörizmin suç sayılmasında yatmaktadır. Bu vizyon ve görüş benimsendiğinde, savaşın bunları gerçekleştirmek için kullanılan araçlardan biri olmasında hiçbir sakınca yok, ancak savaş uğruna savaşmak saçmalıktır.