İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Biz, ABD ve gelecek

Nüktedan bir Arap sanatçısı, kendisine “gelecekteki Arap nesillerine ne söylemek istersiniz?” diye sorulduğunda, hemen şakayla “onlara gelmemelerini söylerdim!” diye cevap vermişti.

Bu söz, rahatsız edici bir çağrışım taşıyor. Harekete geçirme ve etkileme gücü, yalnızca dünya ülkeleri arasında değil, bireyler arasında da küçük bir azınlıkla sınırlıyken Arap dünyasının alıcı olduğu gerçekliğini yansıtıyor.

Sadece Arap dünyasında veya üçüncü dünyada değil, her yerde insanın önemi, “bilgi devrimi” ve iletişim teknolojilerinin taşıdığı korkunç teknolojik gelişmeler karşısında her geçen gün ve her saat azalıyor.

ABD'de bile, Başkan Donald Trump tarafından imzalanan ve Elon Musk gibi yardımcıları tarafından desteklenen ve propagandası yapılan başkanlık emirleri, ABD'nin üzerine kurulduğu, siyasi kültürünün gölgesinde geliştiği değer sisteminin hızla aşınmasına paralel olarak, insanlara ait her türlü rolü ortadan kaldırıyor. Tahminimce, çok şey söylenen ve söylenmeye devam edecek olan yapay zeka çağına girdikçe, insanların rolü giderek azalacak.

Hızlı teknolojik ilerlemeyi “sindirmek” ve özümsemek ile toplumsal dokunun bütünlüğünü, siyasal istikrarı ve insan onurunu korumak arasında zorlu bir birlikte yaşama deneyimi yaşayan tüm ülkelerde, prensip aynıdır.

Tüm ülkelerde ve özellikle demografik krizin çok ağır yaşandığı Avrupa'da bu zor birlikteliği görüyoruz. Ancak aralarındaki fark, onunla başa çıkma meselesinin iki boyutu arasında yatıyor; birincisi, meydan okumanın nasıl kontrol altına alınacağı, ikincisi ise bunun sorumluluğunun kime yükleneceğidir.

Teknolojik ilerlemenin muazzam hızı göz önüne alındığında, bazı büyük Batılı ülkeler, “tam istihdam” kavramının geçmişte kaldığını diğerlerinden önce fark ettiler. Buna göre, yeni teknolojilerin -ve yapay zekanın- vasıfsız iş gücüyle başlayıp, birkaç yıl içinde uzman ve vasıflı iş gücünün kullanıldığı birçok sektöre uzanacağı iş dünyasındaki ilerleyişi hızlandıkça, artacak yüksek işsizlik oranlarına uyum sağlamamız gerektiğini düşünüyorum.

Birkaç on yıl önce, “tam istihdam” hedefinin bir yanılsama olduğuna dair artan kanaat, sendikaların etkisinin çökmesine ve onunla birlikte toplumları “yatay” olarak bölen “sınıf mücadelesi” teorisinin çökmesine yol açtı. Çıkar çatışması, yerel işgücü ile yabancı işgücü arasındaki “dikey” bir çatışmaya dönüştü.

Bazı ülkelerde, örneğin İngiltere'de, bu dönüşüm izolasyonist bir ulusal kimliğin yeniden canlanmasıyla belirginleşti ve Brexit fikriyle birlikte Avrupa Birliği'nden ayrılma fikrinin itici gücü haline geldi.

Margaret Thatcher'ın iktidarı sırasında sendikalar, yeni teknolojiyi benimsemeye zorlayan piyasa güçlerine karşı geçici olarak yenilgiye uğramıştı. Bunun yanında hizmet, finans ve yeni teknoloji sektörleri karşısında geleneksel sanayi ve madencilik sektörleri de küçüldü.

Bu etkene ek olarak, Avrupa Birliği - ve ardından Soğuk Savaş'ın sona ermesi - İngiliz pazarı ile eski komünist Doğu Avrupa ülkelerindeki ucuz işgücü arasındaki engelleri kaldırdı. Bu durum yerli işçileri yabancı rakiplerine karşı kışkırttı.

Böylece iki düzeyde bir çıkar çatışması doğmuş oldu; birincisi yerli işçilerle düşük ücretli yabancı işçiler arasındaki emekle ilgili çatışmadır. İkincisi ise vergiyle ilgilidir. Avrupa'nın işçi sınıfının “güvenlik ağlarını” daha fazla koruyan yasalarından büyük İngiliz kapitalistleri zarar gördü. Böylece iki uç, yani sol (işçi) ve sağ (kapitalist) uçların çıkarları, Avrupa Birliği’nin yapısına karşı birleşti ve Avrupa Birliği’nden ayrılma yanlıları kazandı.

Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya ve diğer ülkeler, sınıf mücadelesine inanan geleneksel sol partilerin, milliyetçi ve hatta ırkçı parti ve güçler karşısında çöküşüyle somutlaşan benzer ve paralel olgulara tanık oldular. Bilindiği üzere, bu partiler ve güçler, ister Fransa, Hollanda veya İspanya’da olduğu gibi Kuzey Afrika ülkelerinden olsun, ister İtalya’da olduğu gibi Kuzey Afrika ve Arnavutluk’tan olsun, ister Almanya ve İsveç'te olduğu gibi Türkiye, Bosna, Orta Avrupa yahut Irak ve Suriye'den olsun, göç olgusuna ve göçmenlere karşı çıkmak üzerine stratejilerini kurmuşlardır.

Bu arada, özünde bir “göçmen ülkesi” olan ABD'de de yüksek etkili dinamikler yaşanıyordu. Ancak ABD'de Soğuk Savaş'ın öncelikleri ve dünyanın dört bir yanına uzanan savaşları, Amerikan kapitalizminin yapısındaki birçok “çatlağı” örttü. Bu öncelikler aynı zamanda hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat parti liderliklerinin borç, sürekli bütçe açıkları ve azalan rekabet gücü gibi sorunlarla ciddi şekilde uğraşmaktan kaçınmalarına yardımcı oldu. Bu da pek çok endüstrinin yurt dışına kaçmasına neden oldu.

Sonra, Amerikan zaferinin ve tek kutupluluğun gerçekleştiği o en büyük anda, sorunlar ve yansımalar birbiri ardına ortaya çıkmaya başladı; bunların en önemlisi 2008'deki büyük finansal durgunluktu.

Bu kriz, savaşları ustalıkla yöneten ABD'nin, barış savaşını kazanmakta nasıl başarısız olduğunu ortaya koydu. Ayrıca ekonomik özgürlüğe dair gösterişli sloganların çoğunun sahte olduğunu ifşa etti ve dünyanın dört bir yanında propagandası yapılan bütün ilkeleri çürüttü. Bunların başında da ekonomik açılımın dayatılması, yatırım özgürlüğünün kabul edilmesi, gümrük engellerinin ve korumacı politikaların reddedilmesi geliyor.

Bugün, gümrük engelleri yoluyla müttefiklere ve düşmanlara karşı yürütülen açık ekonomik savaşa ve ayrıca göçmen işçilere yönelik mücadeleye paralel olarak, bilgi teknolojisi ve iletişim oligarklarının Trump yönetimi üzerindeki baskısını, on binlerce kişinin işlerini kaybetmesi anlamına gelen mali verimlilik adına hükümet kurumlarını küçültme yönündeki dizginsiz çabalarını görüyoruz.

MAGA (ABD’yi Yeniden Harika Yap)  hareketinin sözlüğünden alınan vahşi milliyetçi sloganların melodisiyle Washington, Kanada’nın egemenliğini tehdit ediyor, Grönland'ın kontrolünü ele geçirmek için Danimarka ile mücadele ediyor ve Panama Kanalı’nın yeniden ABD’nin kontrolüne geçmesi konusunu açıyor.

Böylesi bir ortamda, Nobel ödüllü Norveçli bilim adamı ve düşünür Christian Loos Lange'nin şu güzel sözünü hatırlamak çok yerinde olacaktır: “Teknoloji yararlı bir hizmetkâr, ama tehlikeli bir efendidir!” İkinci güzel söz ise Albert Einstein'a aittir: “Teknolojik yeteneklerimizin insanlığımızı geride bıraktığı korkunç derecede açık hale geldi!”