Hazım Sağıye
TT

İslamcılar sadece bir güvenlik hadisesine mi dönüştüler?

Ürdün'de Müslüman Kardeşler, bir hücresinin “terör eylemleri planlamakla” suçlanmasının ardından yasaklandı ve yasadışı örgüt ilan edildi. Medyada dolaşan yarı resmi açıklamalardan biri, Hamas ile yakın bağlantıları bulunan Müslüman Kardeşler’in “Ürdünlülerin hayatlarını tehlikeye attığı” yönündeydi.

Bu gelişme, Suriye İçişleri Bakanlığı'nın İslami Cihat Hareketi liderlerini tutuklaması ve Hamas'ın da Lübnan'dan füze fırlattığının keşfedilmesiyle aynı zamana denk geldi. Bunun ise Hizbullah'ın onayı olmadan gerçekleşmesi uzak bir ihtimal. Şara rejiminin taraftarları onu “eski” İslamcı olarak tanımlama eğiliminde olsalar da, rejim üzerindeki en büyük baskı, siyasal İslam ile Suriye devleti ve vatanseverliği arasındaki çatışmanın en belirgin örneğini temsil eden Suriyeli olmayan İslamcı militanlardan kurtulmaya da uzanıyor.

Bu tür gelişmeler, Maşrık’taki (Levant) hadiselere güvenlik nitelikli çatışmanın hakim olmaya başladığını gösteriyor. Üst üste darbeler alan İslamcı grupların, kendilerini dünyaya siyaset ile ancak minimum dizeyde alakası olan, saf şiddet çeteleri olarak sunduklarına işaret ediyor. Siyasi “programlarının” özü, ulusal sınırları aşmak ve bu sınırları şiddet içeren operasyonlar için bir geçit olarak kullanmaktır; bu da tanımı gereği yasadışıdır. Sonuç olarak silahın kendisi, ona sahip olunması ve kullanılması, sorunlarının başı olarak karşımıza çıkıyor. Bugün Lübnan'da ilk gündem maddesi Hizbullah'ın silahsızlandırılması ve Irak siyasi hayatında da aynı konu hızla ön plana çıkıyor; Haşdi Şabi Güçleri'nin kanatlarının kesilmesi ve silahsızlandırılması yönündeki çağrılar artıyor. İran'ın zayıflamasının bu eğilimi hızlandırması muhtemel.

Bu etkinlikte anlaşılmayan noktaların açıklığa kavuşturulmasını hâkim dil üstleniyor. Dolayısıyla İslamcı militanlardan bahsederken, sınır kaçakçıları ve kanun kaçaklarından bahsederken kullanılan “kaçakçılık”, “çeteler” ve “sınır kapıları” gibi terimler yaygınlaşıyor. Hamas bu sözlüğe kaçakçılık dünyasında alışılmış olan “kaçırma” terimini de ekledi. Bunu söylememizin nedeni, sadece 7 Ekim’de kaçırdığı rehineler değil, kalan rehineleri teslim etmeyi reddederek Netanyahu'nun imha savaşının önüne geçmemesidir.

Bu yaklaşım, en azından Batılı ülkelerin gözünde “haydut devlet” olarak tanımlanan İran’a da uzanıyor. Geçtiğimiz hafta Lübnan Dışişleri Bakanlığı'nın, Hizbullah'ın silahsızlandırılmasını “komplo” olarak tanımlayan tweeti üzerine İran'ın Lübnan Büyükelçisini bakanlığa çağırarak ültimatom vermesi dikkat çekiciydi. Bu karar, Lübnan'ın İran'a yönelik uçuşları yasaklaması ve yetkililerin ülkenin kara ve deniz sınırları üzerindeki kontrollerini sıkılaştırmasının ardından geldi.

Başka bir deyişle, Sünnileriyle Şiileriyle, yöneticileri ve yönetilenleriyle, önde gelen devletleriyle ve yönetilen taraflarıyla siyasal İslam olgusu, siyasal bir olgu olmaktan ziyade bir güvenlik olgusudur. Her ne kadar hükümetler bu imajı genelleştirmekle suçlansalar da, bunu yapmalarına yardımcı olan, İslamcıların din, devlet ve cihat hakkındaki genellemelerinin ötesine geçen siyasi fikir ve kavramlara sahip olmadıklarının bilinmesidir. Aksa Tufanı ise bu siyasal fikir ve vizyon eksikliğini taçlandırdı, ya da bizzat kendisi o eksikliğin pratik karşılığını oluşturdu. Buna ek olarak, İslamcılar veya onlara bağlı hareketlerin büyük çoğunluğu, devlete ve barışçıl yaşam düzenine aykırı, gayrimeşru bir olgu olan milisler olarak damgalandılar.

Bugün İslamcılar, hükümetlerin kendilerine yönelik tehditlerine karşılık verdiklerinde, tek yaptıkları, güvenliği tehdit etmeye dayanarak kendi siyasi boşluklarını teyit etmektir. Mesela Lübnan'da, o ortamda sürekli olarak iç savaş veya Hizbullah’ın silahına uzanan “eli kesmekle” korkutanlar var. Ürdün'e gelince, direniş yanlısı bir gazete, Müslüman Kardeşler’i yasaklayarak ülkenin “istikrarının tehlikeye atıldığını” iddia etti.

“Ümmete seslenmek ve azmini bilemek” ifadesi, Gazze ve Lübnan'da mağlup olan örgütlerin art arda elde ettiği zaferler ve kazanımlar hakkında, sivrisineğin aklının bile tenezzül etmeyeceği türden sözlü abartılara indirgeniyor. Bunların en karikatürize hali ise Yemenli Husilerin “İsrail içindeki hedefleri vurduk” açıklamalarıdır.

Böylece, Aksa Tufanı’nın etkilerinin silinmesinde yeni bir sayfaya dönüşen İslamcı iflasın yeni bir aşamasıyla karşı karşıyayız. Peki post-siyasal İslam dönemine mi giriyoruz? Kesin cevaplar vermek için henüz çok erken. İslamcılar başkalarının başarısızlıklarından faydalanma konusunda çok ustadırlar ve kim bilir, belki de hayal kırıklığına uğramış destekçileri arasında, açıkça teröre yönelmeyi savunanlar ortaya çıkar. Seyyid Kutub’u hatırlatan, toplumları cehalet içinde yaşamakla suçlayan ve “mümin bir grup” tarafından kurtarılmayı bekleyenler görülür. Ama her durumda güvenlik çözümünün bir son değil, bir başlangıç ​​olması gerekiyor, istikrarın önünü açacak kalıcı çözümler arayanlar bunu amaçlamalı. Zira acilen bu eğilimin durgun sularını kurutacak siyasal ve düşünsel formülasyonlara odaklanmak gerekiyor. Bunlar İslamcı körelmenin bırakabileceği boşluğu doldurabilecek vatanseverliği öne çıkarırken, siyasal İslam'ı kucaklayabilecek şu veya bu mezhepsel ve etnik direnişçi eğilimleri kuşatmalı. Yurttaşların çıkar ve haklarının kapsamının her zaman genişletilmesini, uzun vadede siyasetin ve meşruiyet kaynaklarının siyaset dışı olandan özgürleşmesini sağlayacak bir teori üzerinde çalışılması esastır. Bütün bunlar, İslamcıların yaygın fanatizmine sıklıkla zemin hazırlayan karşıt bakış açısının terk edilmesini gerektiriyor. Ancak Gazze'deki İsrail katliamının durdurulması, diğer tüm gerekli koşulların ön koşulu olmaya devam ediyor.