Çoğu siyasi gücün ve iktidarın kurmaylarının artık farkına vardığı gibi Lübnan'da barış artık bir tercih değil. Aksine, çöken ekonomisi, kurumları ve toplumsal sözleşmesinin bazı temelleriyle devletin dayattığı varoluşsal bir zorunluluk ve zorunlu bir yönelim haline geldi.
Bu temkinli ve kırılgan yönelim anını alenen kabul etmek, Papa 14. Leo'nun Beyrut ziyaretinin ağırlığından yararlanmayı gerektirdi. Ziyaret, Lübnan'ı direniş doktrininin zincirlerinden kurtulma, zorlayıcı gerçekçiliği benimseme ve ekonomik ve siyasi istikrara hizmet etme yolculuğunda, kaçınılmaz olarak acı verici tavizler içeren siyasi tercihler için sembolik bir kutsama eylemi gibiydi.
İsrail, Papa’nın ziyaretinden önce Hizbullah'ın askeri komutanı Heysem Ali Tabatabai'ye suikast düzenledi. Uluslararası, manevi ve insani şemsiyenin Hizbullah’ın herhangi bir askeri karşılık vermesini engelleyeceğine inanıyordu, tabii Hizbullah'ın hâlâ misillemede bulunabilecek halde olması durumunda. Aynı zamanda suikastın ve karşılık verilmemesinin, Hizbullah’ın tam ölçekli bir cephe açmanın maliyetinin kaldırabileceğinden daha yüksek olduğuna ve kendisinin pratik açıdan sona erdiğine dair örtük bir itirafı gibi olmasını istiyordu.
Tabatabai suikastının ardından gerçekleşen ziyareti, Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn'ın İsrail ile Nakura görüşmelerinde Lübnan heyetine başkanlık etmek üzere eski diplomat ve avukat Simon Karam'ı ataması takip etti. Karam'ın atanmasının anlamları, sivil sıfatının ötesine, sadık, egemenlik yanlısı ve silah karşıtı siyasi kimliğine, Hizbullah’ın mantığına ve dış destekçilerine karşıt toplantılar, buluşmalar ve ittifaklar kurma konusundaki uzun geçmişine uzanıyor.
Karam liderliğindeki müzakereler, bu kez sınır ve toprak meselelerinin ötesine geçerek, silahsızlandırmanın yabancı ülkelerce doğrulanması için özel düzenlemeleri, daha sonra Lübnan-İsrail sınırının ekonomi, kalkınma ve yeniden inşa yoluyla gelecekteki işlevlerini ele alacak planları da kapsıyor. Açıklanmayan hedefse, silahsızlandırma ve yeniden inşa sürecini Hizbullah'ı silahsızlandırmaya yönelik daha geniş bir mekanizmanın ayrılmaz bir parçası haline getirmek.
Bu tercihin, isteksizce de olsa Şii toplumu dahil dini gruplar arasında onaylanması, yapısal bir değişime işaret ediyor ve Lübnan'ın 1701 sayılı karara tam bağlılığına ilişkin açıklamalarının güvenilirliğini ilk kez artırıyor. Bu bağlamda, Meclis Başkanı ve Hizbullah'ın önde gelen müttefiklerinden Nebih Berri'nin siyasi danışmanı milletvekili Ali Hasan Halil'in açıklamalarına dikkat çekmek gerekir. Halil, İsrail'in düşman olmaya devam ettiğini varsayarak, ama aynı zamanda barış ve normalleşmenin pragmatik bir şekilde kabul edilmesi gerektiğine işaret ederek, ismini vermeden merhum büyük alim Muhammed Şemseddin’in rejimlerin zorunlulukları ve halkın (ulusun) tercihleri ilkesini ödünç aldı.
Papa’nın ziyaretinin bir örtü olarak kullanılması gibi, bazı Şii söylemler de işlevsel normalleşmeye arka kapı açmayı meşrulaştırmak için Şemseddin'in çağdaş siyaset sosyolojisini örtü olarak kullanıyorlar.
Benzer şekilde, Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım açıklamalarında, Hizbullah’ın Lübnan devletinin yönelimleriyle aynı çizgide olduğunu ve diplomatik çözümler arama kararını desteklediğini açıkça belirtti. Direnişin silahsızlandırılması meselesinin gündemde olmadığı, hiçbir zaman kabul edilmediği ve asla kabul edilmeyeceği” konusundaki ısrarına gelince, yalnızca kendi hedef kitlesine yönelik, Hizbullah’ın daha önce kabul etmesi mümkün olmayan bir şeyi kabul etmesini meşrulaştırmak için kullanılan bir söylemden ibarettir.
Buna rağmen, zorunlu Lübnan-İsrail barışı ve normalleşmesi sürecine, hayatta kalma faktörlerinin derin iç ve dış tehditlerle dengelenmesi nedeniyle kırılgan bir istikrar damga vuruyor. Hizbullah'ın destek tabanını daha fazla yıkıma maruz bırakmama yönündeki pragmatik arzusuyla desteklenen liderler arasındaki mezhepler arası fikir birliği, yeni bir savaştan kaçınma, sükuneti sağlamaya ve yeniden inşayı desteklemeye yönelik bariz Amerikan-Fransız ilgisi bu sürecin başarısı için önemli teşvikler sunuyor.
Ancak, bu fikir birliği temel zayıflıklar tarafından tehdit ediliyor; bunların başında da siyasi liderliğin tutumunun gerçeğin aksine Lübnan'ın kararlarını gerçek bir halk iradesine değil, uluslararası baskı altında aldığı izlenimini vermesi geliyor. Bu durum, sürecin tamamının vatanseverliğini sorgulamaya kapıyı aralıyor. Hizbullah’a gelince, azami itidal gösterirken, görüşmelerin güvenlik konularının ötesine geçip, tam bir silahsızlandırmayı veya Lübnan'ın kapsamlı siyasi, ekonomik ve güvenlik düzenlemelerine dahil olmasını kapsaması halinde misilleme tehdidini sürdürüyor.
UNIFIL'in görev süresinin sona ermesi tehdidi ufukta göründü. Buna bir de İsrail'in çelişkili duruşu (güvenlik talepleriyle siyasi fırsatlar söylemini dengelememe) ve İran'ın Trump yönetimi dönemini atlatma manevraları ekleniyor. Tüm bunlar süreci, onu tasarlayan ve uygulayanların vatanseverliğini sorgulamak, barış fırsatını, fırsat doğduğunda devrimci bir düzeltme gerektiren yeni bir ihanet eylemine dönüştürüyor.
Sürmekte olan Lübnan dönüşümü, hayatta kalmak için gerekli bir adımı temsil ediyor. Bu adım da içeride bu dönüşümü engelleme konusundaki acizlikten faydalanan uluslararası bir kalkan (Amerikan ve Vatikan) ile paralel bir Arap atmosfer tarafından desteklenmeli. Daha da kökleşmesine izin verilmemesi gereken husus ise, bu anın “güvenden yoksun bir barış süreci” olarak kalmasıdır. Bunun için de Lübnan'daki barış seçeneğinin siyasi ve halkçı temeli güçlendirilmeli ve bölgesel güçler arasındaki çıkarların zoraki ve hassas bir şekilde dengelenmesinden ziyade, geleceğe yönelik bir vizyon olarak sunulmalıdır.
Anın özü, Lübnan'ın geleceğinin kendisi ve bölge için barışı sağlamakta yattığına karar vermiş olması ve Hizbullah’ın silahını etkisiz hale getirmek için atılan ilk adımlarla yetinmemesi gerektiğidir.