Yazılarına ‘zıtlıklar’ hâkim oldu ve ‘Osmanlı Revakları’ kaynaklardan bîhaber olduğunu kanıtladı
Ara başlıklar:
*Mevcut Türk hükümeti de Osmanlıların Araplara karşı hatalarını tekrarlıyor
*‘Stockholm sendromu’ Türk hükümeti politikalarına sempati duyan Arapların psikolojisinde derinleşiyor
Önceki yazımızda Türklerin formüle edilmiş bir tarih karşında yaşadıkları psikolojik krizi ve Zekeriya Kurşun’un kaleme aldığı yazı dizisinde bu krizi ispat ettiğini ele almıştık. Bugün akademik ve bilimsel bir üslupla Kurşun’un değindiği en önemli tarihi ayrıntıları ele alacağız. Suudi Arabistan’ı karalamak ve 2030 Vizyonu’nu küçümsemek amacıyla başvurduğu siyasi mülahazalardan uzak duracağız. Bir Çin özdeyişine göre “Ağaç meyvesinden bilinir.” Suudi Arabistan, tüm dünyanın ifadesiyle, vizyonu sayesinde gelişim, ilerleme ve sonuçlara ulaşmak için zamana karşı yarışıyor. Oysa Türklere meyve olarak, yalnızca diğerlerinin işlerine karışmak ve gerçekte parçalanmış bir dalga olarak değerlendirilen eski imparatorluk rüyasını yeniden canlandırmak için Arap dünyasında birden fazla bölgeye savaş dayatmak miras kaldı. Mevcut Türk hükümeti ise içeride ve çevresindeki trajedilerden başka bir miras bırakmayacak. Ekonomik kriz ve iç sorunlar nedeniyle yaşanan problemlerle birlikte Türk tarihine Ermeni meselesine benzer bir sorun daha miras bırakılacak. Arapların Türklerle yaşanan sorunlar konusunda Ermenilerden bir farkı yok. Osmanlı Devleti döneminde Ermenileri hedef alan olaylar, bugün mevcut hükümet tarafından birden fazla Arap ülkesinde tekrarlanıyor.
“Osmanlı Revakları”
Kurşun’un ele aldığı tarihi meseleler, “Osmanlı Revakları” ile başladı. Açıkçası Kurşun kendine karşı pek samimi değildi. Asgari düzeyde tarihsel bilgiye sahip biri bile tarihi anlamda kesinleşmiş bir meseleyi ele almanın kötü bir risk olduğunu bilir. Tarihsel kaynaklarda kanıt ve delillerle desteklendiği göz önüne alındığında, bu konunun Türk tarih formülasyonu içerisinde ele alınması mümkün değildir.
Ancak bu konuyu, yalnızca bir bilgin veya akademisyenin kullanması yakışık almayan bir şekilde ve sosyal medya düzeyinde gündeme getirdi gibi görünüyor. Bu, kara mizahı da beraberinde getirir; kim tarih alanında sahtekarlık yapmayı tartışma konusu yapar ve buna ters düşerse bu tür yakışıksız ifadelerle itham edilir.
Kurşun, Suudilerin, Harem-i Mekki’deki Osmanlı revaklarının Osmanlılara değil, Hulefa-i Raşidin’in üçüncü halifesi olan Hz. Osman’a ait olduğunu iddia ettiklerini söyledi. Suudilerin bu iddiayla kamuoyunun dikkatini başka yöne çevirerek sorunlardan kaçındıklarını iddia ederek, Türkiye ile yaşanan bölgesel rekabette kullanılan Osmanlı aleyhtarlığının yeni bit boyuta taşındığını ifade etti.
Ancak görünüşe göre Kurşun’un kaynakları okuma konusunda yeniden bir ders alması gerekiyor. Çünkü yazının devamında ‘Osmanlı Revakları’nın Osman bin Affan’a (r.anh) nispet edilmesini hatalı bulduğu görülüyor. Eğer tarihleri kast ediyorsa, tarihler, bunu Osmanlı Devletinin bilinen tarihinden önceki kaynaklarla ispatlıyor. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’deki Haremeyn-i Şerifeyn tarih boyunca birçok kez restore edildi. Restorasyonlar, Hulefa-i Raşidin’in ikincisi olan Ömer b. Hattab (r.anh) zamanında başladı. Ardından etrafında inşa edilen hatta neredeyse bitişik hale gelen çok sayıda yerleşim yeri nedeniyle Harem-i Mekki’nin genişletilmesini gerekli gören üçüncü halife Osman b. Affan döneminde devam etti. Hz. Osman, hac, umre ve namaz için daha fazla ziyaretçi kabul edebilmek amacıyla haremi çevreleyen konutların satın alınıp haremin genişletilmesi için talimat verdi. Bu genişletme çalışmaları sırasında Hz. Osman, alanının 2 bin 40 metrekare arttırılmasının ardından miladi olarak 647 yılına tekabül eden hicri 26 senesinde haremin önceki haline oranla iki kat büyümesi nedeniyle revaklar inşa edilmesini istemişti. El-Fakihi (ö.272-279/ 885-892) Ahbar Mekke ve İbn Cerir et-Taberi (ö.310/922) Tarih isimli eserlerinde 647 yılında yaşanan olaylar içerisinde Osman tarafından yapılan genişletme faaliyetlerine işarette bulunuyor. Kitaplarda “O sene Osman, Mescid-i Haram’a eklemeler yaptırdı” ifadesine yer verildi. [1]
Sonuç olarak, Mescid-i Haram’daki revaklar ilk kez halife Osman b. Affan döneminde inşa edildi. Bu nedenle Osmanlı revakları olarak adlandırıldı. Oy birliğiyle kabul edilen bu bilgi, tarih ve mimarlık kitaplarında yer almaktadır. Belâzuri (ö.279/892) ise Futûhu’l Buldân isimli eserinde “Mescid-i Haram’a ilk revak inşa ettiren Osman’dır. Revaklar, genişletme faaliyetleri sırasında inşa edildi” ifadelerini kullandı.[2] Ayrıca Zerkeşi’nin (ö.794/1392), İʿlâmü’s-sâcid isimli eserinde şu cümlelere yer verildi: “Hz. Osman (r.anh) hilafete geçtiğinde, Harem’in çevresindeki yapıları satın alarak genişletme faaliyetleri gerçekleştirdi. Mescid ve revaklar inşa etti. Revaklar ilk kez Osman döneminde inşa edildi.” [3]
Öte yandan İbn Fazlullah el-Ömerî (749/1348) de bu bilgiye işaret ederek, “Osman hilafete geçtiğinde, çevresindeki evleri satın alarak Harem’i genişletti. Mescid-i Haram’da revaklar inşa ettirdi” cümlelerini kullandı. [4]
Osmanlı dönemi tarihçisi Nehrevâlî (917-988/1511-1580), Mescid-i Haram’ın genişletilmesi konusunda, “Osman hilafete geçtiğinde, çevresindeki evleri satın alarak Harem’i genişletti. Mescid-i Haram’da revaklar inşa ettirdi. Revaklar ilk kez Osman döneminde inşa edildi” ifadelerine yer verdi.[5]
Hulefa-i Raşidin döneminden sonra faaliyetler daha da gelişti. Abdullah b. Zubeyr (ö.64/684), Mescid-i Haram’a bazı eklemeler yaptı. Bir çatı inşa edip mermer sütunlarla destekledi. Genişliğini Hz. Osman dönemindeki halinin iki katı kadar arttırdı. Emevi halifelerinden Abdulmelik b. Mervan, Mescid-i Haram’a herhangi bir ekleme yapmaksızın içerisinde mimari düzenlemeler gerçekleştirdi. Duvarları yükselterek üzerine sac bir çatı ekletti. İçerisindeki her sütunun üzerine 50 miskal ağırlığında altın ekletti. Bunlar h.75/694 yılında gerçekleştirildi. Oğlu Velid ise Mısır ve Şam’dan getirilen sütunlar ekletip doğu tarafına inşa ettirdiği dairesel bir revakla Mescid-i Haram’ın alanını genişletti. [6]
Abbasiler dönemine gelince Ebu Ca’fer el-Mansur, Mescid-i Haram’ın avlusuna bir revak ekletti. H. 140/757 yılında Mescid-i Haram’ın kuzeybatı köşesine bir minare inşa ettirdi. Ondan 20 yıl sonra Muhammed el-Mehdi, h. 160/777 yılında ardından da h.164/781 yılında Harem-i Mekki’de büyük bir genişleme çalışması yaptırdı. Bu genişletme çalışmalarında mescidin avlusunun Ka’be tam ortasında yer alacak şekilde bir kare halini almasına özen gösterdi. Yapılan bu genişletme oldukça kapsamlıydı. Ka’be’nin avlusuna ‘Büyük Revakı’ inşa ettirdi. Sütun ve mermer duvarlar eklettirdi. Bu nedenle bu revaka Büyük Abbasi Revakı adı verildi. Abbasi dönemindeki genişletme faaliyetleri, sac çatısı olan sütun ve revaklarla desteklediği Daru’n Nedve’yi Mescid-i Haram’a ekleyen Mu‘tazıd-Billâh (ö. 289/902) dönemine kadar devam etti. Muktedir-Billâh (ö.306/918) Mescid-i Haram’a bazı kapıları ekleyerek alanını arttırdı. [7]
Yukarıda da görüldüğü üzere revaklar, Osmanlı devletinin kuruluşundan yaklaşık dokuz asır önce inşa edilmiş. Ancak Osmanlılar ve bugünkü Anadolu Türkleri, isimlendirme konusunu kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Türkiye’nin resmi haber ajansı Anadolu Ajansı (AA) da benzer bir tavırla revakların Osmanlıları temsil etmesi nedeniyle Harem-i Mekki’den kaldırılmasının abes olduğunu bildirmişti. Ancak bilgi ve ilim sahiplerince de malumdur ki revaklar, yukarıda da bahsettiğimiz gibi Hulefa-i Raşidin’den Osman b. Affan’ın emriyle inşa edildi. Osmanlıların bu konuyla herhangi bir ilgisi yoktur. Ancak AA, gerçeğin üzerini örtüp, ismin sağladığı avantajı kullanarak sıkıntılı bir duruma düştü. Tarihi kaynaklarından öğrenmemeleri nedeniyle, tarih oluşturulurken çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullandılar. Hatta hata yatıklarını anladıktan sonra bile bundan vazgeçmeyip büyütmeye devam ettiler. Twitter hesaplarından buna karşı çıkanlara baskıyla boyun eğdirdiler. Ancak revakların İbn Affan’a ait olduğunu kabul edip, Suudileri karalama girişimlerine devam ettiler.
Buradan hareketle, Kurşun’un Osmanlı Revakları konusunu ortaya atarken Suudilerin revakların Osman b. Affan’a ait olduğu iddiasında bulunduğunu söylemeden önce kaynakları araştırma zahmetine girmediğini söyleyebiliriz. Ancak Osmanlı’nın imajını düzeltme girişimlerinin altında derin psikolojik sorunlar bulunuyor; tarihin kamufle edilmesi ve Osmanlıların İslam halifeliğinin uzantısı olduğunu merkeze alarak formüle edilmesi. Burada Türk ve Arap halifeler arasında denklik sorunu olarak gördüğümüz etnik temelli yeni bir kriz ortaya çıkıyor. Bu, Arap halifelerinin bir uzantısı olarak anılan, kitaplarında sıkça görülen hayallere ve bakış açısına dayanan bir propaganda ile destekleniyor.
‘Osmanlı Aleyhtarlığı’ konusunda çelişkilere saplanma
Kurşun, sunduğu Osmanlı aleyhtarlığı hipotezinde, bu aleyhtarlığın birçok aşamadan geçtiğini ifade etti. Türkiye ile bölgesel rekabet için bir araç olarak kullanılan Osmanlı aleyhtarlığının yeni bir boyuta taşındığını söyledi.
Görünüşe göre mevcut Türk politikası, hataları ve suçlarıyla Osmanlı üslubunu benimsiyor. Avrupa’nın bugün Türkiye’yi reddedişi bize Osmanlı pusulasının Avrupa’dan doğuya dönüşünü hatırlatıyor. Türkiye’nin Avrupa konusundaki başarısızlığının ardından yaptığı tam da bu. Tüm riskler ve siyasi karmaşa dayatmasıyla birlikte yönünü Arap dünyasına döndü.
Osmanlı aleyhtarlığı; bazı tarih okuyucularının, özellikle de Osmanlı düşmanlığı fikriyle dolu olanların (Birinci Dünya Savaşında Osmanlı’ya tepki olarak başlatılan Büyük Arap Devrimi ve Arap Ulusal Hareketi’ne katılanların) zanlarına ya da yabancıların kitaplarının etkisiyle yayılan hezeyanlara dayanıyor.
Türkler ve onlara sempati duyan Arapların yüksek hassasiyet sahibi oldukları konu, Osmanlı’nın eleştirilmesidir. Bunu tartışmasız bir düşmanlık olarak değerlendiren bu taraflar, Osmanlı’yı eleştiri oklarından uzak tutuyor. Osmanlı’yı bu oklardan uzak tutmak, yalnızca psikolojik bir durumun değil, aynı zamanda ülkesini eleştirilemez gören 2.Abdulhamid tarafından dayatılan eski bir politikanın sonucudur. 2.Abdulhamid, İslam Birliği Hareketi aracılığıyla faşist fikirler ortaya attı. Bu fikirler, günümüze kadar ulaşan parti ve örgütler tarafından geliştirilerek temsil edilmeye devam ediyor. Bu örgütlerden biri de Türkiye’deki mevcut iktidar partisiyle fikir alışverişinde bulan İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’dir.
İmparatorluğu yeniden kurmayı düşleyen Türkler ve onlara sempati duyan Araplar, iki psikolojik rahatsızlıktan muzdarip durumda: Zıtlıklar Sendromu ve Stockholm Sendromu.
Zıtlıklar meselesine gelecek olursak, bu konu, gücün hükümdar ve halk olarak sınıflandırılmasında kendini gösteriyor. Kavmiyetçilik ve ihlal temeli üzerinde zıtlıklarla kurduğu ilişkisinde gerçekçi olmayan ruhsal canlanmayı ve kanaatleri dayatmasıyla sonuçlandı. Bunu halkların iradesini ve haklarını gasp etmeye ve mülkiyetinin yerine tarihi temeller üzerinde inşa edilen sanal mülkiyetleri koyarak ortadan kaldırmaya çalışan, diğer halkları ve ulusları, fikirleri ve kültürleri ile asimile edici Türk hakimiyeti altına alarak yaptı.
Bunun sonucunda Osmanlı Devleti döneminde hükümdar ve halk arasında güç ve baskı altına alma ile nitelenebilecek karışık bir ilişki ortaya çıktı. Arapların Osmanlılardan ayrılma sürecinin Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzamasının nedeni de buydu. Derin bir psikolojik etkiye maruz kalan Araplardan, bir grup bu bilişenden etkilendi ve bu genel hastalıklı psikolojiden kurtulamadılar.
Türk imparatorluğu fikrinden etkilenen Arapların bu halini, Stockholm Sendromu olarak değerlendirebiliriz. Bu Araplar, eski Osmanlı politikası tarafından yazılan birçok tarih kitabının bir mirası olarak ortaya çıkmış ve daha sonra modern Türk politikası tarafından canlandırılmıştır. Böylece bazı Araplar, düşmanına karşı bir sempati ve muhabbet duyar bir hale geldi. Celladına hayran olan bu topluluk, kendi hükümet ve kültürlerinden kaçınıp, hayran oldukları kültür ve yönetimin egemenliğine girmek istemeye başladı. İbn Haldun, Mukaddime isimli eserinde bu kişilere işaret ederek, onların bağımlı hale geldiklerini, psikolojik olarak mağlubiyeti kabullendiklerini ifade eder. Bu nedenle de galip olan tarafın, sloganları, giysileri, inancı, ahvali ve vergilerine tutkun bir hale geldiklerini söyler.[8]
Ahkam kesip suçlamalarda bulunmak kolaydır; ancak bu iddiaları ispatlama ve uzun bir süre derinleştirmek oldukça zordur. Çünkü ortada yerleşmiş, sabit, ne kadar zaman geçerse geçsin değişmeyecek ve kaybolmayacak bir gerçek var. Bu nedenle Türkler ve onlardan etkilenen Arapların şunu iyi anlaması gerek: Tarihin acıması yoktur. Dört asır boyunca Arapların güç ve haklarına el konuldu ve onları yavaş yavaş tüketen Osmanlı Türk kültürünün etkisi altına girdiler. Diğerleri gibi onları da kendisine bağımlı bir millet haline getirip, baskı ve zulüm uyguladı. Buna ek olarak Osmanlı döneminde Arap dünyası ve Arapların bizzat kendileri kamusal yaşamda geriledi. Ulusal ve insani kalkınma duraksadı. Arap sınırları Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine girdi ve vergiye bağlandı. Bu vergiler, mallar ve insan gücü ile ödendi.
Osmanlıların, Arap dünyasını kasten geride bırakmasının en büyük delili olarak I. Selim’in (Yavuz Sultan Selim) Mısır’da Memlükler’i mağlup ettikten sonra hayatı medeni olgulardan yoksun bırakıp, Kahire’deki önde gelen zanaatkâr ve ustaları zorla İstanbul’a göndermesini gösterebiliriz. Memlüklerin saraylarını süsleyen mermerleri dahi sökülüp İstanbul’a götürülmüştü. Bu da Osmanlı Türklerinin medeniyetle yeni tanıştığını ve uygar ülkelere baskın gerçekleştiren milletlerden faklı olmadığını kanıtlıyor.
Daha sonra Osmanlı hakimiyeti döneminde Arap dünyasının Arap olmayan valilere teslim edilmesinden bahsetmiyorum bile. Bulundukları bölgeleri yağmalayıp, ticareti tekelleştirdiler ve derebeylikleri ele geçirdiler. Bunun sonucunda Avrupa’nın karanlık çağlarına benzer gerçek bir feodal sınıf yarattılar.
Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak da dahil olmak üzere tüm Arap bölgelerinde Osmanlı ordusu tarafından kullanılan askerler pazarlara girip istediklerini karşılıksız olarak alıyorlardı. Devletlerinin emriyle kendi ülkelerine uzak olmaları nedeniyle haraç kesiyorlardı. Tüccarlara karşı baskı ve istismar politikası güdüyorlardı. Maaşları geciken askerler bunu içerisinde bulundukları bölgelerin mallarından tazmin ediyordu.
Osmanlıların Araplara karşı uygulamaları, Şam ve Mısır bölgesine giren I. Selim’in emrindeki ordunun ilk işgalinden itibaren zulüm, işkence ve eziyetlerle doludur. Yolsuzluklar yapıldı. Hatta İbn İyâs, Bedâʾiʿu’z-zühûr isimli eserinde kadınları kaçırıp fuhuş yaptıklarını bildiriyor. Arap dünyasında yapılanları tasvir eden tarihi kaynaklara göre neredeyse girdikleri her bölgede böyle davrandıkları ifade ediliyor. Araplara dayatılan zorunlu askerlik uygulamasından bahsetmiyorum bile. Arap gençleri evlerinden, ailelerinin yanından alıp, onları gerekli eğitimi tamamlamadan ve ne uğruna savaştıkları konusunda yeterince bilgilendirilmeden zorla savaş cephelerine gönderiyorlardı. [9]
Araplara karşı yapılan zorbalık, geniş çaplı ve gerçektir. H.1106/1685 yılında Şam bölgesinden yer alan ve artan zulmü nedeniyle yönetimdeki Osmanlı Valisi’ni bölgeden çıkaran Hama’da, halkı disipline etmek için askeri bir operasyon gerçekleştirildi. H.119/1698 yılında ise Lübnan’daki Gazir (Ghazir) beldesine bir askeri operasyon düzenlendi. Bundan bir yıl sonra Şam’daki Osmanlı Valisi orduyu Nablus’a gönderdi. Ordu bölge halkını katledip yaklaşık 700 kadını esir aldı. Bu durum, Şam bölgesindeki Arap halkı göç etmek zorunda bıraktı. Şam bölgesindeki erkekler kazıklara oturtuluyor, kadınlar ise içerisine kireç konulan çuvallarda nehirlere atılıyor, köyler ateşe verilip, ağaçlar kesiliyordu. Arapların o zamana kadar bilmediği kurbanın vücuduna kazık çakılması en ağır cezayı temsil ediyordu. Vücuduna kazık çakılarak öldürülen kişi, mümkün olan en uzun süre boyunca işkenceye maruz kalır ve yavaşça can verir. Arapların ölü bedenlerinin ibret için sergileniyor, cesetlerden bazı parçalar özellikle de kulakları kesiliyor ve liderlerden bazıları bununla övünüyordu. [10]
Ayrıca yayınlar ve görevlendirmeler aracılığıyla gerçekleştirdikleri Türkleştirme politikaları uyguladılar. Tüm devlet işlerinde Türkçe kullanılması dayatıldı. Osmanlı hakimiyeti altında bulunan tüm bölgelerdeki okullarda eğitim dili olarak Türkçe ilan edildi. Arapların kimliğinin açık bir girişimle bastırılması devlet sınırları içerisinde hususiyete önem verilmediğinin işaretiydi. [11] Araplar, Türk diline kıymet verilmesinin, kendi devletlerinde resmi dil olarak dayatılmasını büyük bir hakaret olarak nitelediler. Devlet liderlerinin Türkleşme dayatmaları konusunda tutucu bir tavır sergiledikçe durum Araplar için daha kötü bir hal aldı. Bu, özellikle de hoşgörülü davranılmadığı göz önünde bulundurulduğunda Arapların daha önce aşina oldukları bir durum değildi. Resmî kurumlarda Arapça kullanımına yönelik açık ve net bir mücadele veriliyordu. Dünya genelinde Osmanlı tebaası olan Arapların büyükelçiliklerde Türkçe konuşulması zorunluydu. Arap devletlerindeki yetkililer bile, halkla tercümanlar aracılığıyla iletişim kuruyordu. Mısır'da Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki dönemde, başlangıcından 1950'lerin sonuna kadar yönetimde bulunan Hidiv ailesi üyelerinin birçoğunun sadece Türkçe konuştuğu için akıcı bir şekilde Arapça konuşamaması bunu ispatlıyor. [12]
Sonuç olarak, Kurşun’un Osmanlı aleyhtarlığı olarak nitelediği mevcut Türk siyaseti, tarihin önceki dönemlerinde alınan hakların talep edildiği yeni bir aşamaya taşınması nedeniyle Türkler için artık yorucu bir hal alan ulusal çerçeve içinde bilinçli bir tarih okumasından duyulan rahatsızlıktır.
Üçüncü yazımızda Kurşun’un ileri sürdükleri bağlamında formüle edilmiş tarihi konuları ele almaya devam edeceğiz.
Dipnotlar
[1] Muhammed el-Fakihi, Ahbâru Mekke fî ḳadîmi’d-dehr ve ḥadîs̱ih, thk: Abdulmelik bin Duheyş, İkinci baskı, Beyrut: Daru Hıdır,1994, c.2/158; Muhammed et-Taberi, Târîhu’l-rusul ve’l-mülûk, thk: Muhammed Ebu’l Fadl, İkinci baskı, Kahire: Daru’l Mearif c.4/251
[2] Ahmed el-Belâzuri, Futûhu’l Buldân, thk: Abdullah et-Tabba’, Beyrut: Müessesetu’l Mearif, s.62
[3] Muhammed Zerkeşî, İʿlâmü’s-sâcid fî aḥkâmi’l-mesâcid, thk: Ebu’l Vefa el-Muraği, Dördüncü baskı, Kahire: İslami İşler Yüksek Kurulu Yayınları, 1996, s.57
[4] İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr fî memâliki’l-emsâr, thk: Kamil el-Cebûri, Beyrut: Daru’l Kütübü’l İlmiyye, 2010, c.1/186
[5] Kutbuddîn en-Nehrevâlî, el-İʿlâm bi-aʿlâmi Beytillâhi (beledillâhi)’l-ḥarâm tarihu Mekketi’l Müşerrefe, 37.
[6] Muhammed b. Saad, Tabakatu'l- Kebir, thk: Ali Muhammed, Kahire: Mektebetu’l Hanci,2001, c.6,488-490; Ahmed b. Ebi Yakub, Tarihu’l Yakubi, thk: Abdulemir Mehna, Beyrut: Şeriketu’l A’lemi Lilmatbuaat, 2010, c.2191-206
[7] Tarihu’l Yakubi, c.2,299-347; Celaleddin Suyuti, Târîhu’l-hulefâ, Beyrut: Daru İbn Hazm, 2003, 293-305
[8] İbn Haldun, Mukaddime, Müessesetu’l Kütübi’l İlmiyye, 1994,c.1/156
[9] Muhammed b. İyas, Bedâʾiʿu’z-zühûr fî veḳāʾiʿi’d-dühûr, thk: Muhammed Mustafa, Üçüncü Baskı, Kahire: Daru’l Kütüb ve’l Vesaiki’l Kavmiyye, 2008,c.6/233, Said Tule, Seferbelik ve Cela Ehli’l Medineti’l Münevvera İban Harbu’l Alemiye’l Ula h.1334-1337, İkinci baskı, Medine: en-Nadi’l Edebi ve’s Sekafi bi’l Medineti’l Münevvera, 186
[10] Emin er-Reyhânî, en-Nekebât, Beyrut: el-Matbatu’l İlmiyye, 1928, 45-94.
[11] Ceber el-Hellul el-İttihadiyun ve’l Cem’iyati’s Sırriyye’l Arabiyye 1908-1916, Almanya: Nur li’l neşr, 2017, 8-10
[12] Randall Baker, King Husain and the Kingdom of Hejaz, trc: Sadık er-Rikabi, Amman: el-Ehliyetu’n Neşr ve’t Tevzi’, 1954, c.1/190; Gizli bir Arap Örgütü üyesi (Anonim), Sevretu’l Arab el-Kubra, 1916, Hama: Matabi’ Ebi’l Fida, 1916,26.
Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (1)
Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (3)