Semir Ataullah
Lübnanlı gazeteci - yazar
TT

Kurtarıcılar da ölür

Daha önce büyük felaketlerin kahramanları da yok ettiğini fark etmemiştik. Ama bu defa onların da öldüğünü anladık. İtfaiyeciler, ambulans çalışanları ve arama kurtarma görevlileri…Bir aileden üç itfaiyeci, Beyrut limanındaki o korkunç patlamada aramızdan ayrıldı. Aralarında çiçeği burnunda genç kızların da olduğu yedi itfaiyeci  artık aramızda değiller. Hepsi, ölüm renginden çok düğün rengi olan beyaz kefenle dar-ı bekaya gittiler. Görev başında ölmezler sanıyorduk; yangınlara, patlamalara giderler, görevlerini yapar ve normal çalışanlar gibi evlerine dönerler sanıyorduk. Onların doğa üstü güçleri olduğunu ve mutlaka felaketlerden bir şekilde kurtulacaklarını düşünüyorduk. Onları kaybedeceğimizi ve enkaz altında kalacaklarına hiç ihtimal vermemiştik. Ceset torbaları içinde annelerine, eşlerine çocuklarına teslim edildiler oysa hem de aileleri onları sadece DNA sonuçlarıyla tanıyabildi.
1950’lerde ‘’Champollion’’ adlı bir Fransız yolcu gemisi Beyrut kıyılarında batmıştı. O dönem ortalığı kasıp kavurdu bu olay.  Gemi kazasının hemen akabinde Beyrut gazeteleri, el-Baltaci ailesine mensup ve itfaiye teşkilatında çalışan iki deniz itfaiyecisinin resimleri ve haberleriyle doluydu.  Beyrut ve Fransız gazeteleri yıllardır onların kahramanlıklarından bahsettiler. O olaydan hafızamızda kalan ise kırmızı miğferli bir kızcağızın, kayalara çarparak batan gemiden kurtardığı yolcularla birlikte karaya vardığı anın görüntüleridir.
4 Ağustostaki liman patlaması bir fırtınadan daha büyük, daha güçlü, daha şiddetli ve bir kasırgadan daha kördü. Doğa dehşetin doruğunda bile insan eli kötülüklerden daha merhametlidir. İnsan eli kötülükler, ihmal, cehalet, yozlaşma ve zulümle gelir.  ‘’Champollion’’ gemisini Akdeniz dalgalarında alabora edip bir kasabanın kıyılarına atan kasırga, itfaiyecileri paramparça eden patlamadan daha merhametliydi.
Liman patlamasındaki tek kötülük, sadece cesur itfaiyecilerin ve kurtarma timlerinin ölmesi değildi. İtfaiyeciler o kadar cesurken, politikacılar utanılası bir korkaklığa gark olmuşlardı. Bu ne kötü! Saad Hariri dışında hiçbiri felaketi yaşamış insanların yanına gitmeye cesaret edemediler. Hiçbiri yıkılmış hastaneleri, harap olmuş evleri görmeye,  evinin çatısını kaybeden ve enkaz üstünde geleceğe umutsuz bakan insanlarla yüzleşmeye cesaret edemedi. Ve asıl dehşet verici olan ise Lübnan’ın etini çiğ çiğ yiyen bu elit sınıf hâlâ konumlarını koruyabiliyorlar.
Dünyanın hiçbir yerinde siyasetçiler böyle bir imtihanı bu şekilde geçemezler. Lübnan, gömülmesi gerekirken ortalıkta unutulmuş bir ceset gibiyken, her cepheden siyasetçi hükumet için bakanlık kapma yarışına girmişler. Lübnan’daki bakanlık görevine biz  ‘’çanta’’diyoruz, çünkü o çantayı her taşıyan, bakanlık binasından  çıkarken içini doldurmayı ihmal etmiyor. İçinde ne ola ki!