Abdulaziz Tantik
TT

İslamcılığın kendisiyle yüzleşmesi -7-

İslamcılığın Gelenek ile Yüzleşmesi…

İnsan, geçmişten geleceğe doğru şimdiden akmaktadır. Şimdi aynı zamanda geçmişin izlerini taşımaktadır. Geçmiş hem günümüzü ve hem de geleceğimizi belirlemekte mahirdir. Bu belirlenim ister olumlu, ister olumsuz biçimde tezahür etsin, etkinliğini göstermektedir. Fakat İslamcılık geleneğe dair olumsuz yaklaşımı ile bugününü biçimlendirmekte mahir oldu. Ancak bu maharet İslamcılığın ciddi bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya kalışına neden oldu.
Müslümanların tarihini oluşturan ‘geleneğin’ daha derinlikli ve sahici bir eleştirisini yapmak kaçınılmaz bir durum olarak önümüzde durmaktadır. Bu gelenek dinin uygulamalarını ve bilişsel süreçleri ile yöntemini de aktaran önemli bir kaynak durumundadır. Yani geleneği bir tarafa bırakarak yeni bir başlangıç yapmak, aslında din ile kurulabilecek olumsal bir ilişkiyi peşinen yok saymak anlamına geleceğini bilmemiz şarttır. Bu yüzden kesin inkâr anlamında bir gelenek eleştirisi; Müslümanların kendi müktesebatları ile kuracağı ilişkiyi yok saymak anlamına gelmektedir. Bu bir eleştiri anlamını da taşımaz!
İnsanın değişmesi meselesi temel bir mesele olarak önümüzde durmaktadır. İnsan bir boyutu ile şart bağımlı olarak varlık kazanmaktadır. Fakat bu varlık kazanma, insanın kendisi olmaktan uzaklaşmasına neden olduğu gibi, onu bir mühendislik faaliyeti içinde farklı bir noktaya taşımayı da barındırmaktadır. Bu yüzden insanlar geçmişinden uzaklaştırıldığı zaman, geleceğini de ipotek altına sokmaktadır. Yani istenilen kıvama getirilmeyi kolaylaştırmaktadır. İnsan bu durumda bir nesneleşme ile karşı karşıya kalarak biçimlendirilmeyi kabullenmektedir. İşte bu yüzden, insan geleneği ile bağını güçlü kurarken, geleneğin değişime açık boyutu ile ilişkisini geleneğin esası ile ilişkisi gibi kurmamalıdır. Bu yaşamın üzerine bina edildiği şartlar ile yaşamın inşa ettiği şartlar arasındaki fark gibidir. İslam, geleneği, dinin amaç ve yöntemini uygulamaya dönüştürerek onun yapısal bir özellik taşımasını ve hayatın içinde kalıcı bir unsura dönüşmesini sağlamayı ‘şahitlik’ üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu şahitliğin en önemli temsilcisi, öncelikle peygamberler; nübüvvetin kendisidir. Sünnet, hem geleneğin başlatıcısı ve kalıcılığını sağlayan bir unsur, hem medeniyetin ve kültürün oluşumunun baş aktörüdür. Bu yüzden sünnetin iki asli veçhesini hesaba katmakta yarar vardır. İslam tarihi boyunca bu ikili yapı hep dikkate alınmaktadır. Veliyullah Ed Dehlevi de on yedinci yüz yılda bu geleneği devam ettiren kişi olarak öne çıkmaktadır. Burada geleneğin varlığının ikinci amili olan ulemaya dikkat çekmekte yarar vardır. Bu yüzden ulemanın vasıfları her zaman bir tartışma zemini olarak önemini korumuştur. O yüzden âlim, peygamberin sahici mirasçısıdır. Bu mirasçılık, peygambere düşen sorumluluğu paylaşmakla ilişkili bir durumu işaret eder. Bu yüzden müslüman âlimler, Beni İsrail’in nebileri gibi tavsif edilmişlerdir. Bu da bize İslam’ın kendi geleneğini oluştururken ve bu geleneğin dayanaklarının açığa çıkartılmasının sağlanması bağlamında bir tarihsel sürekliliği inşa ettiğini göstermektedir.
Geleneğin iki saç ayağı üzerine kurulu olduğu bedihidir. En genel anlamı ile kurucu ilkeler ve onların uygulamayı belirleyen değerler kuramı, uygulamada zenginliği ve kolaylığı sağlayacak olan geçici ve değişime açık yapısı ile geleneğin daha işlevsel ve kullanışlı bir hale dönüşmesini sağlayan elastiki yapısını oluşturan zaman ve şartlar bağımlı olarak değişime açık yapısı… Bu ikili yapıya belki üçüncü bir şık olarak zorunluluk çerçevesinde kısmi değişimi içeren yapısını gösterebiliriz. Bu da kişinin geleneğe uygun bir yaşamı içinden çıkılmaz hale dönüştüğü zeminde bir kurtuluşu içinde taşıyan bir dinamik yapı olarak düşünebiliriz.
İslamcılığın geleneğe dair sert ve tartışmasız eleştirisi, İslamcılığın yenilgiye uğradığı bir zeminde kendisini yenilgiye uğratan güç karşısında açık hale gelerek o yenenin kültürünün kabulünü ve içselleştirmesini kolaylaştırdı. Yani modernist eğilimin temelinde İslamcılığın teorik olarak gelenek ile girdiği savaşta, geleneği tamamen dışlayan ve onu yok sayan yaklaşımının varlığı tartışılmazdır. İlk çıkışta İslamcılığın bu tutumuna yönelik bir tepkisellik ile İslamcılığın dışında kalan ve gelenek ile bağını zorunluluk ilkesi bağlamında sürdüren Müslümanların da süreç içinde bu yenilgiyi derinleştiren bir işleve sahip oluşunu da dikkatten kaçırmamak lazım. Yani geleneği kutsayan bir yaklaşım ile mevcut şartlarla çatışmayı göze alanların birçok alanda yenilerek mevcut şartlara teslim oluşunu gözlemleyebiliyoruz. Bu yüzden bu iki tutumun da hayırlı sonuçlar doğurmadığını bugün itibarı ile daha net bir şekilde ifade edebiliriz. Deizmin kapısının aralanmasının geleneksel yapıya yönelik sert eleştirinin yeni durumu içselleştirmeye yöneltirken, geleneğe dair ne varsa ibadetleri de şekilden kurtararak öze dönüştürme amacı ile reddederken bizzat kulluğu ortadan kaldırdıklarını fark edemediler. Bu yüzden Allah inancı yanında Allah’ın modern bakışın işaret ettiği gibi insanı bu dünyada yalnız bırakarak onu aklı ile baş başa bıraktığı savı kabul gördü. Şari olma vasfı akla tevdi edildiği için deist yaklaşım meşruiyet kazandı. Süreç içinde de seküler yaklaşım temel bir aksiyoma dönüştü. Artık, dindar kişi, cami’de farklı, kutsal günlerde farklı, çarşı pazarda farklı, siyasette farklı, sosyal zeminde farklılığını izhar eder görünmeye başladı. Bu da İslam’ın bir yaşam biçimi olarak kendi varlığını inşa eden yapısını zedeledi…
İslamcılık, kendi varlığının kalıcılığı için gelenek ile yeniden bir ilişkiyi gerçekleştirecek iradeyi hayata geçirmek zorundadır. Dinin, hem ferdin ve hem sosyal hayatın varlığı için bir anlam ifade etmesi bağlamında da ele alınmalıdır. Bu, ilişkide sağlıklı ve sahici bir ilişki kurmak için modern epistemenin ortaya attığı tezlerden ve teorilerden uzak durmayı bir itiyat haline getirmek öncelenmelidir. Bu öncelik, gelenek ile daha sahici ve kalıcı bir ilişki kurmayı mümkün kılar. Tabii ki geleneğe mutlaklık atfeden geleneksel yapıyı da eleştiriye tabi kılmak ve her meselenin geçmişte çözüldüğünü dile getiren bakışın sorunlu yapısı da dikkatten kaçırılmamalıdır. Zaten açık yüreklilikle bu meselede her iki yaklaşımın; modern ve geleneksel yaklaşımın aynı oranda sorunlu olduğu tezi başlangıç için vazgeçilmez özelliktedir. Tam bu noktada geleneğin ana kodlar bağlamında iki temel ayrıma dikkat kesilerek; dinin özünün, mesajının değişime uğramadan varlığını izhar eden ve bunu süreklileştiren epistemik unsurlarını ve bu epistemenin üzerinde ittifaka neden olan boyutunu dikkate alarak dinin varlık kazanması gereken asli veçhesini geleneğe yaslanarak ele almakta bir zorunluluk vardır. Fakat İslam tarihi boyunca sürekli değişime açık yapısı ile birlikte her tarihsel kesitte ve şartların değişimi ile değişmeye yüz tutmuş boyutunu da yeniden ele alarak şartlar bağımlı yapısını hesaba katmak da ayrı bir zorunluluktur. Mevcut algıyı da dikkate alarak bunu şu şekilde isimlendirebiliriz: din; temel yapısı ve örgüsü ile farzları ve bu farzların amele dayanan sünnetini içermektedir. Yani dinin olmazsa olmazları zorunluluğu içerir. Bunlar temel akidevi unsurlar, temel ibadetler ve temel ahlaki normlardır. Üzerinde mutabakata varılmış ve uygulamadaki kısmi değişimlere rağmen varlığını sürdürmüş her şeyi dikkate alarak onu gelenek olarak sürdürmekten kaçınmamak asli bir durumdur. Çünkü müslüman olmanın koşullarını belirleyen unsurlar onlardır. Emir ve nehiy içeren ayetlerin varlık kazanmış hallerini görmezden gelmek bugünün sorununu işaret ediyor zaten! Ama mutabakat oluşturmayan ve toplumdan topluma, tarihten tarihe, kültürden kültüre değişim gösteren unsurları da işe yararlılıkları ölçüsünde ele almakta yarar var. Meseleyi bu çerçeve içinde ele aldığımızda sorunu çözme ve karşı karşıya kalacağımız sorunları çözmede bir yöntem oluşturmada önemli bir kazanım sağlayacaktır.
Bu noktada temel sorun ise şu: tarihte tartışma konusu olan şeyleri ‘ama Müslümanlar hiçbir konuda uzlaşmamışlar ki’demenin tarihsel müktesebat açısından bir karşılığı yoktur. Zaten bir ilke ve kurucu ilke dediğimizde aza tekabül eder. Bu yüzden asli unsurlar az, bu az olan unsurlara zemin olacak unsurlarda biraz fazla; işte bu iki yapıya dayanak olacak ve kültürü inşa edecek unsurlar ise her zaman çok olmuştur. Buna sabit ilkeler, dinamik sabit ilkeler ve değişken ilkeler olarak tavsif edebiliriz.
Bu meseleye bir yaklaşım biçimi önerisi olarak; gelenek ile ilişkimizi tarafgirlikten uzak bir şekilde kurmayı öncelemek. Herhangi bir meseleyi ele alırken, doğal olarak taraf olmadan onun işlevselliğini dikkate almak ve yukarıda ifade ettiğimiz ve aslında neredeyse insanlığın tarihinden itibaren bu şekilde iş gören yapısını dikkate alarak bakıldığı zaman asli ve yan unsurları dikkatle birbirinden ayırarak onları doğru bir şekilde yeniden kurmaya imkân sağlanabilir.
Gelenekten neyi tevarüs edeceğimizi ve neyi terk edeceğimizi belirlerken bir bitaraf olarak hareket ettiğimizde ve elimizde temel ilkelerin uygulama esaslarını dikkate alarak yaklaştığımızda işimiz kolaylaşacaktır. O zaman gelenek ile bağımız daha sahici bir ilişkiye dönüşür. Ondan istifade etmenin zeminini kurmuş oluruz. Bu sefer gelenek bir ayak bağı olmaktan çıkarak bir güç kazanma kaynağı olur. Saf bakış, dini yaşama azmi ve cehdi ile birlikte akli ve mantıki olanı gözettiğimizde sağlam bir başlangıç için yeterli zemini bulabiliriz.
Gelenek bir boyutu ile hayat kaynağımız ve bir boyutu ile de ayak bağımız, bu ikili yapıyı dikkate alarak ilişki kurmayı denemeliyiz. Tümden ret ve tümden kabul her zaman yeni sorunları beraberinde taşıyacaktır. Yaşadığımız temel gerçeklik bize bunu öğretmektedir. Tarihsiz kalan kişi, yeniden kurulmaya açık ve yabancılaşmayı zorunlu hale getirmeye işaret eder. Tarihte kalmak ise bugüne yabancılaşmayı içermektedir. Hem tarihimizin varlığını ve hem bugünümüzün varlığını birlikte var etmenin yöntemini bulmalıyız. Aslında bu yöntem önümüzde durmaktadır…
Denge, vasatımız olsun…