Fahd Süleyman Şukeyran
Suudi Arabistanlı araştırmacı yazar
TT

İbn Bicad ve Hasan el-Mustafa’nın aşırılık hakkındaki söylemleri

Suudi Arabistan'daki her dönüşüm İslam dünyasına da yansıyor. Şu anda içinde bulunduğumuz aşama büyük dönüm noktaları ile mühürlenmiştir. Körfez Savaşı, mevcut akımların dağılması ve yeni akımların teşekkülünde önemli bir istasyon oldu. Nitekim o sıra vukua gelen iki farklı yükselişten bahsedebiliriz. Bunlardan biri, Körfez'de hakimiyet ve birlik sahibi olan Müslüman Kardeşler içerisinden çıkan Sahve (İslami Uyanış) Hareketi’dir. İkincisi ise komünist akımların gelişerek Körfez'deki laik akımla bir buluşma noktasına ulaşmasıdır. İki akım arasındaki savaş şiddetliydi, siyasi ve sosyal koşullar işleri yoluna koyamadı.
Kuveyt'i özgürleştirme savaşıyla meşgul olan politikacı, İslamcıların gücünden habersiz şekilde Sahve’yle olan savaşı erteledi. Fakat uyanış düşüncesinin gelişmesi ve topluma nüfuz etmesinin önüne geçmeyi ertelemenin bedeli ağır oldu. Bugün de bu bedeli ödemeye devam ediyoruz. Bu politikacı, bir savaş durumunda olduğunu ve korkunç sonuçlara yol açabilecek iç cephe açmaya hazır olmadığını düşünüyordu. Ancak bu düşünce şu yanlış varsayıma dayandığı için tamamen geçersizdi: “Toplum uyanıştan memnundur, boyun eğmiştir ve ona karşı gönlü rahattır.” Oysa bu, tarihin yanlış olduğunu kanıtlandığı bir kanaattir. Bunun işareti, şu anda aşırılık sorununun ve toplumda uyanışın nüfuzu meselesinin siyasi olarak ele alındığına tanık olmamızdır.
Prens Muhammed bin Selman’ın The Atlantic’e verdiği röportaj, düşünürler ve ilgili taraflarca yeterince okunmadı ve analiz edilmedi. Oysa burada şimdi ve gelecek için net sınırlar belirledi ve bazı fikirler ortaya koydu. Prens Muhammed, “Devletimiz İslam'a, kabile kültürüne, bölge kültürüne, kasaba kültürüne, Arap kültürüne, Suudi kültürüne, inançlarına dayanmaktadır. Bu bizim ruhumuzdur ve bundan vazgeçersek ülke çökecek demektir” dedi. Burada inanç ve ideoloji arasında ayrım yapıyor.
Prens Muhammed sözlerini şöyle sürdürdü:
“Müslüman Kardeşler tüm bu aşırılığın ortaya çıkmasında büyük bir rol oynuyor ve bazılarınca sizi aşırılığa götüren bir köprü olarak görülüyor. Onlarla konuştuğunuzda aşırılıkçı görünmüyor ama sizi oraya sürüklüyorlar. Örneğin, Usame bin Ladin ve Zevahiri Müslüman Kardeşler'den idi. DEAŞ lideri Müslüman Kardeşler'in üyesiydi. Bu nedenle Müslüman Kardeşler, geçtiğimiz on yıllar içerisinde aşırıcılığın yaratılmasında bir araç ve güçlü bir unsur oldu. Ancak Müslüman Kardeşler’le ve İslam dünyasıyla sınırlı bir meseleden bahsetmiyoruz, aksine pek çok durumun ve olayın bir karşımı ile karşı karşıyayız.”
Prens Muhammed’in fikir ve olay arasındaki ilişkiyi vurgulaması ilginçtir. Bu, tüm akımların ortaya çıkmasıyla birlikte Suudi Arabistan ve Körfez tarihini anlamak için gereklidir. Nitekim ‘durumların ve olayların karışımı’ da bölgenin sıcaklığının birçok akımı eriterek onları tek bir kapta toplanmasını sağlayan şeydir. Sünni uyanış akımları ile Şii akımlar arasındaki rekabetten arta kalanlarda buna dahildir.
Bu aşama, doksanların sonlarının başında bir dönüşüm geçirdi ve 11 Eylül olaylarının ardından tırmanmaya başladı. Öte taraftan entelektüel dönüşümlerin yolculuğu meyvesini vermek üzere kabul edilebilir bir zaman aldı. Diyaloglarda ve toplantılarda tecrübelerin geri çağrılması yanlış değildir. Aksine topluma ve genç nesle, dönüşüm yolculuğuna başlamadan önce toplumun nasıl olduğuna ilişkin hatırlatmadır. Birkaç gün önce, insanlar iki radikalizm deneyiminden haberdar oldular. Bunlardan ilki Prof. Abdullah bin Bicad el-Uteybi’ye, diğeri ise Prof. Hasan Mustafa'ya aittir. Her iki yolculuk da tehlikelerle doludur. İbn Bicad Necd'de ‘Ehl-i Hadis’ ile tecrübesi başlarken, Hasan Mustafa Katif'teki ‘İmam Hattı’ hareketiyle başlamaktadır. Bu iki deneyimin özeti şöyle ifade edilebilir:
Sünni ve Şii topluluklarda aşırılığı teşvik eden iklim, İran devriminden İran-Irak savaşına ve ardından Kuveyt'i özgürleştirme savaşına dek uzanır. Tüm bunlar, iki yöndeki radikal fikirlerin tırmanışının önünü açtı. Tek bir olay, iki model üretti ve iki projeye doğru sevk etti. Tırmanan olaylar aşırılığın çeşitli cephelerini de destekleyeceğinden bu fikir politik açıdan da önemlidir. Aşırılık ancak terör fikrini önleyen temellere dayanan fikirlerin varlığı ile ortadan kaldırılabilir.
Kimlik, vatandaşlık, hukukun üstünlüğü ve diğerleriyle ilişkiler hakkında sağlam bir düşünsel zeminin oluşturulması bu fikrin zihinlere ulaşmasını önler. Fransız filozof Jacques Derrida'nın düşündüğü gibi, bir olay kendi sorularını da yaratır. Dolayısıyla zaman ve güvenlik çabalarının yeterince sarf edilmesi halinde nesnel ve düşünsel sıçramalar bunu takip edecektir. Bu, Körfez tarihinde iyi bilinen bir örnektir.
Öte taraftan zorunlu sonuçlardan biri, ‘radikaller’ arasındaki ilişkilerin her zaman düşmanlıkla değil, karşılıklı hizmet temelinde yürütülmesidir. İhvan-ı Müslimin ile İran devrimi arasındaki ilişki bunun bir örneğidir. Nitekim İhvan liderleri devrimi bir can kurtaran simidi olarak görüp İslam dünyasındaki devletlere bu devrim köprüsü üzerinden geçerek nüfuz ettiler. Sünni ve Şii siyasi liderlerin düşündüğü son şey mezhep meselesidir. Bu nedenle Şii Davet Partisi'ne Sünni liderler atandı. İran devrimi Müslüman Kardeşler'e sadık kaldı. Bin Ladin, Devrim Muhafızları tarafından gerçekleştirilen el-Huber bombalamaları hakkında bir şiir yazdı ve hatta Humeyni'yi ‘el-azim’ olarak nitelendirdi. İran, El-Kaide liderlerini destekliyor, Hamas hareketini koruyor ve dünyanın dört bir tarafındaki teröristlerin yolunu açıyor.
Bu iki tecrübeden, hükmü cehaletle suçlamak ile tekfir arasında gidip gelen ‘kafir’ politikacıyla ve ‘cahil’ toplumla düşmanlık aşılamanın en önemli görev olduğu sonucuna varıyoruz. Nitekim bu eğilim, çeşitli türleriyle bu akımların cerrahi bir müdahale ile sökülüp çıkartılma düzeyini açıklar ki, bu devrimci inançlar, yakın ve uzak rejimler tarafından yatırıma dönüştürülmektedir. Hasan el-Mustafa’nın da dikkat çektiği üzere bu genç adamlar zamanında Suudi devletiyle ilgili belirli birtakım amaçların gerçekleştirilmesi için İran veya Suriye rejimleri tarafından kurumsal bir şekilde kullanıldı. Abdullah bin Bicad'ın -Seyyid Kutub'un da benimsediği- ‘hoşnutsuzluk endüstrisi’ dediği şey, yalnızca köktendincilerle sınırlı değildir. Aksine bu hoşnutsuzluk hukuk ya da başka bir şey olarak adlandırdıkları şeyi talep ettiklerini iddia eden başkalarını da yarattı.
Özetle, bu iki deneyim bütün bir toplumun acısını özetliyor. Suudi toplumu, tüm kesimlerinden yüzlerce genci kaybetti. Bunun sebebi fikri çöküntü ve kaosun yanında bu gençlerin uluslararası plandaki felaket projelerinde kullanımıydı. Ülkedeki büyük gelişmeye rağmen, bu deneyimlerin anlatılması ve toplumun kulaklarında tekrarlanmasını destekliyorum ki, radikalizm zamanı için ortamın elverişli olduğunu zannedenlere bir uyarı olan hikayeleri insanlar dinlesinler ve böylece ayette zikredilen şu kişilerden olmayalım:
“Görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki defa musibetlerle sınanıyorlar da yine tövbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar.” (Tevbe, 9/126)