Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Ukrayna’da halkın kendi kaderini tayin etme hakkı: Johnson’un elini güçlendirirken Putin’in kayıplarını iki katına çıkardı

Bir halkın kendi kaderini tayin etme hakkı üzerinde herhangi bir ihtilaf yok. Esas ihtilaf bunun nasıl uygulandığı ile ilgili. Soğuk Savaş'ta Batı bu hakkı manevi olarak, Sovyetler Birliği ise askeri olarak desteklemişti; ancak işler tersine döndü. Batı Ukrayna'yı askeri olarak desteklemeye ve Rusya ise Ukrayna diye bir devletin olmadığını söyleyerek bu askeri desteğe karşı çıktı. Rusya Devlet Başkanı Putin, Ukrayna işgalinden kısa bir süre önce yazdığı uzun bir makalede Ukrayna’nın yapay bir oluşum olduğunu, Rusların Ukrayna’da soykırıma uğradığını ve görevinin onları korumak olduğunu belirtmişti. Putin savaş kararını böyle meşru gösteriyordu. Kırım'ı ilhak ettiği gibi Ukrayna’yı da ilhak etmeyi umarak topraklarını işgal etti. Ancak Ukraynalılar gösterdikleri dirençle ve Batılılar verdikleri destekle Rus ilhakının denklemini değiştirdiler ve halkın kendi kaderini tayin etme hakkını yeniden gündeme getirdiler.
Ukrayna halkının kendi kaderini tayin etme hakkının en büyük destekçisi, İngiltere Başbakanı Boris Johnson oldu. Ukrayna hükümetine koşulsuz silah ve para desteği sağladı. Ukrayna halkının kararlılığını ‘modern tarihinde bir dönüm noktası’ olarak değerlendirdi. Slav ırkını birleştirmeyi amaçlayan Rus işgalini kınadı. İşin ironik yanı Boris Johnson Ukraynalıların hakkını desteklerken, İskoçların kendi kaderlerini tayin etme hakkına karşı çıkıyor. Johnson, Londra'daki merkezi hükümetin onayı olmadığı sürece İskoç yerel otoritesi tarafından düzenlenen herhangi bir referandumu geçersiz sayıyor. Bu bariz çelişkiye rağmen, Johnson dünya çapında ün kazandı ve İngiltere içerisinde de destek gördü. Ancak, ahlaki tutumu kendi çıkarlarına göre kullanıp amaçlarına ulaşmak için siyaseti suistimal etti. Ahlaki tutum, özellikle şahsi davranışla ilgilidir ve ölçütü, kendiniz için kabul ettiğinizi başkaları için de kabul etmenizdir. Johnson ise çifte standartlı ve çıkarcı bir yaklaşım sergiledi. Siyasi suistimal, kişinin kendi çıkarını elde etmek için gücün yanı sıra iktidarı ve araçları olan kurumları ve parlamentoyu kullanması demektir. Bu yüzden Johnson, ahlaki ilke ve siyasi suistimal açısından Putin ile benziyor. Ancak şu noktada birbirlerinden ayrılıyorlar; Putin tarihi ve aşırı güç kullanırken, Johnson hukuku ve siyaset yapma sanatını kullandı. Demokrasi ve otoriteryanizm arasındaki fark bu.
Başkan Putin, aşırı güç kullanarak, Birleşmiş Milletler (BM) Sözleşmesi'ni hiçe sayarak ve rakibi ABD gibi bir arka bahçeye sahip olmak için reelpolitik ilkelerine dayanarak BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurulu önderliğindeki küresel bir kınama ile karşı karşıya kaldı. Ukrayna'daki başarısızlığından daha büyük bir Batı bloğunun ortaya çıkmasına neden oldu. Batı ile arasındaki bu mücadelenin kendisine çok pahalıya mal olduğu ve bu bedelin gerek Rusya'nın içinde gerekse dışında uzun vadede dayanamayacağı bir seviyeye çıkmaya devam ettiği anlaşıldı. Putin Kiev'den çekilmesiyle birlikte Rus iç kesimlerinde prestijini kaybetmeye başladı. Yaptırımların artması ve askeri kayıpların yükselmesiyle belki de iktidarı da kaybedecek. Başbakan Boris Johnson ise Ukrayna'nın kendi kaderini tayin etme hakkını talep edip İskoçya'nın bu hakkını kabul etmeyerek kazanımlar elde etti. Dışarıdan bakıldığında Johnson, Avrupa'nın en güçlü adamı olmayı başardı. Fransa ve Almanya’nın başarısız olduğu yerde liderliği üstlenebildi; nitekim Johnson ülkesi AB’den çıkmasına rağmen, Polonya'nın önemli katılımıyla AB içinde güçlü bir bloğa liderlik ediyor. Bu yüzden ABD’den destek ve övgü alıyor. Johnson, akıllara Churchill'in liderliğini getiren bir İngiliz liderliği tesis etti. Churchill, diktatörle müzakere etmenin büyük bir kayıp olduğunu düşünüyordu. Johnson da Putin ile müzakere etmeyi zaman kaybı olarak görüyor. Johnson’a göre çözüm, Churchill'in Hitler'i yendiği gibi Putin'i yenmek!
Johnson, Ukrayna konusundaki duruşuyla partisinin ve muhalefet partilerinin desteğini kazandı. Ayrıca sadece İngiltere'de değil, Birleşik Krallık’tan ayrılmak isteyen İskoçya’da da büyük bir ün elde etti. İskoçya içindeki bu destek, İskoçya halkının kendi kaderini tayin etme hakkını savunan ve Birleşik Krallık’tan ayrılmak isteyen İskoç Ulusal Partisi’ne (SNP) -İskoçya'da hala en güçlü parti- indirilmiş güçlü bir darbe oldu. Johnson, SNP’yi karıştıran iki yaklaşım benimsedi: anayasal yaklaşım ve güvenlik yaklaşımı. Anayasal yaklaşım, İskoçya'nın daha önce bir referandum düzenlediği ve sonucunun Birleşik Krallık’ta kalınması yönünde çıktığına dayanmaktadır. Ayrıca referandumun tekrarlanmasının anayasaya aykırı olduğu ve meşru bir referandumun yapılabilmesi için İngiliz Parlamentosu'nun onayının alınması gerektiği savunuluyor. Muhafazakar Parti, Avam Kamarası'ndaki çoğunluğu oluşturduğu için bu onayın gelmesi güç.
Güvenlik yaklaşımı ise, başta nükleer silah kullanımında olmak üzere barışçıl olmayı destekleyen SNP’nin ideolojisinden kaynaklanmaktadır. Nitekim parti nükleer silah kullanımının ahlaki olmadığı ve ‘etkisiz ve pahalı’ oldukları için bunların karasularından çekilmesi konusunda ısrar ediyor. Ancak Başkan Putin'in olası nükleer silah kullanımı tehdidi, İngiltere ile Rusya arasındaki son tartışma ve Rusya'nın İngiltere'yi vurma ihtimalini ima etmesi, SNP’yi ahlaki ve politik olarak zor bir duruma soktu. Ahlaki açıdan parti, ‘Trident’ nükleer denizaltılarının Güney İngiltere’de veya Galler'de konuşlandırılamayacağını bildiği sürece bunların karasularından çekilmesini talep ederek Birleşik Krallık’ın güvenliğini tehlikeye atamaz. Başka bir deyişle SNP, halkının (İskoçların) çıkarlarını Birleşik Krallık halkının çıkarlarının önüne koyuyor. SNP’nin bu tavrını, tüm üyeleri desteklemiyor. Bu da 2. Dünya Savaşı'nda olduğu gibi, bu nükleer denizaltıların İskoçya'da kalmasını destekleyenler ile buna karşı çıkanlar arasında partinin ikiye bölünmesine yol açacak. Bu şekilde parti birliğini kaybedecek ve programı dağılacak. Bu da SNP düşerken Başbakan Johnson'a kendisini İngiliz ve İskoç halkının güvenliğinin savunucusu olarak sunmak için altın değerinde bir fırsat vermiş olacak. Aynı zamanda Johnson, SNP’nin Birleşik Krallık’tan ayrılma sürecinde kendisine yardım edeceğine inandığı Avrupa ülkeleri ve ABD’nin desteğini almış olacak.

Peki bütün bu yazdıklarımızdan ne çıkıyor? Çıkan tek şey şu; bir halkın kendi kaderini tayin etme hakkı ilkesine ne siyasi ne de kanuni olarak itiraz edilebilir. Ancak bu ilkenin meşruiyet elde etmesi için kanuni ve siyasi bir çerçeveye ihtiyacı var. Ukrayna'da bu hak, Putin'in imajını zedeledi ve meşru bir haktan Ukrayna halkına yönelik bir saldırıya dönüştü. İskoçya örneğinde ise bu hak, anayasal mantık ve Ukrayna krizi sayesinde Johnson'ın popülaritesini artırması ve ayrılıkçı SNP’nin politikasını çökertmesi için altın bir fırsata dönüştü.