Mustafa Özcan
TT

Şeb-i arus niyetine Nazım Hikmet!

Bu sefer canım,  bir zamanlar El Ahram gazetesinin son sayfasında eksantrik yazılar kaleme alan Enis Mansur gibi gayri mutat ters köşe bir yazı kaleme almak istedi. O dünya edebiyatı hakkında hafif yollu ama aynı zamanda eskilerin deyimiyle merakaver/ilgi uyandıran yazılar kaleme alırdı. Sizi yazılarıyla büyüler ve dünyayı dolaştırırdı ve bunu yaparken iç dünyanızı da ihmal etmezdi.   Aynı gazetede ikinci sayfada yazan Ahmet Behçet ise onun İslami versiyonunu temsil ederdi. İkisi de latif ve tatlı insanlardı. Ahmet Behçet’i yakından tanıdım ama Enis Mansur’u sadece yazılarından biliyorum.  Vaktiyle Mısır günlerimde yazılarının tiryakisi olduğunu söyleyebilirim.  
1980 öncesinde büyük bir zevkle rahmetli Şevket Eygi'nin yayınladığı Büyük Gazete'yi takip ederdim. Yaşımın küçük olmasına rağmen yine de ondan istifade ediyordum. Kadir Mısıroğlu'nun Sebil dergisi gibi ağır bir dili yoktu. Okumuş kesimlerden ziyade orta kesimlere veya alt düzeye ve avama da hitap ediyordu. Orada beni etkileyen yazılar yer alıyordu. Bunlardan birisi Nazım Hikmet'in Moskova'ya gitmeden evvel ki dini serencamı idi. Daha doğrusu Mevlana ve Mevlevilik hakkında yazdığı sitayişkar şiirlerdi. Nazım Hikmet'in hayatı birkaç döneme ayrılıyor olmalı. Bu dönemler arasında ortak kesitler ve paydalar da yok değil. Zaman zaman dine yabancılaşmış zaman zaman da yakın durmuş, ama metafizik duygulardan hiç kopmamış, mahrum olmamıştır. Dini şiirlerinden sonra lirik şiirler yazmış ardından da şiirini sol ideolojinin hizmetine adamıştır. Bazen üç dönemde tek adam bazen de üç dönemde üç ayrı adam olmuştur.  Bu üçgen içinde küreselleşmiştir. Mevlevi yönü ötekilerin gölgesi altında kalmışsa da zaman zaman intibaha gelmiş, uyanış devreleri yaşamıştır. Bu münasebetlerden birisini Romanyalı Prof. Enver Mehmet dile getirmiştir. Demir Perde ülkeleri içinde seyahat eden Nazım Hikmet gezilerinden birisinde yolu Romanya’nın başkenti Bükreş’e düşmüştür. Orada Türkler ve Türkologlarla bir araya gelmiştir. Bu ziyareti bir kandille üst üste gelmiş ve rica minnetle Romanya Türklerinin ileri gelenlerinden kendisini Bükreş Merkez Camiine götürmelerini istemiştir.  İçeride mevlit terennüm edilirken fenalaşmış ve dışarıya taşınarak bir bankın üzerine yatırılmış ve kendisine gelmesi için masajlar yapılmıştır.  Geçmiş gün olayın birinci tanığı olan Prof. Enver Mehmet ile görüşmüş ve olayı yazmıştım.  Üzerinden çok seneler geçti. Olayın hikayesini İbrahim Refik de bazı kitaplarında da işlemiştir.
Kopuşlar kolay olmasa gerek. Dini eğilim sadece Nazım’da değil belki herkeste sadece fıtratın gereği değil aynı zamanda soya da çekimdir.  Nazım’daki Mevlana etkisi, ilgisi de soya çekimden ileri gelmektedir. Nitekim Beşir Ayvazoğlu konuyla ilgili bir yazısında bu boyutu şöyle ortayla koymaktadır:” Nâzım Hikmet’in hece vezniyle yazdığı “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?” isimli şiiri Yahya Kemal tarafından düzeltildikten sonra Yeni Mecmua’da yayımlanmıştı. Aynı vezinle ve aynı duyarlıkla kaleme aldığı “Mevlânâ” şiiri de -gün ışığına ilk defa Aralık 1920 tarihinde Birinci Kitap’ta çıkarsa da- aynı tarihlerde yazılmış olsa gerek. Nâzım’ın Mevlânâ’ya duyduğu ilgiyi, baba tarafından dedesi Mehmed Nâzım Paşa’nın Mevleviliğine bağlamak mümkündür.” Onun duygu dünyasını düzenleyen daha ziyade dış faktörler ve gelişmeler olmuş ama bazen içten gelen sese de kulak vermiştir. Şair olması yönüyle iç hışırtılara ve seslere daha fazla kulak kabartan bir karakterdir.  Sadece onu sıradan, ale’l ade Mevlevi şiirleri yazan biri olarak görmek de doğru değildir. Hayatının muhtelif devrelerinde genel boyutta dine olan ilgisi canlanmış veya canlı kalmıştır.  
Nazım Hikmet'i dindar camia kaybetmiş kazanan ise dönemin moda ideolojileri olmuştur.  Bu da onun talihsizliğidir. Nazım Hikmet kendisini zamanın ideolojik rüzgarlarına kaptırmıştır.  Elbette tanışık oldukları Yahya Kemal Beyatlı gibi dinle olan münasebetini en azından teorik zeminde daha sıcak tutabilirdi. Yahya Kemal Paris’te dalgalanmış ve durulmuştur. Nazım Hikmet’in de böyle bir şansı olsa ve Moskova’dan Türkiye’ye dönseydi belki onu da Yahya Kemal gibi ters etki ile  ‘evine dönen ve yolunu bulan’ biri olarak selatin camilerini ziyaret halinde bulabilirdik.   Belki de Nazım Hikmet’in mazeretlerinden birisi döneminde İslami veya dini söylemin cılız olması buna mukabil Marksist söylemin çok gözde ve güçlü olmasıdır. Raymond Aron'un ifade ettiği gibi sol, aydınların afyonu ve cazibe odağı olmuştur. Marks'a göre din kitlelerin afyonudur. Aynı zeminden yani Yahudilikten gelen Fransız düşünürü Raymond Aron ise tersine bir vurguyla aydınların afyonunun sol ve Marksizm olduğunu ifade eder.  
O dönemde ideolojik dalgalar çok güçlüdür ve Nazım Hikmet de kabaran bu dalgaların etkisi altında kalmıştır. Kendisinin yazdığı gurbet yazılarında biraz da firara doğru itildiğinden yakınmaktadır. Sanki bu sadece kendi tercihi değildir.  Ülke içindeki ideolojik gerilim Moskova’ya kaçmasında etkili olmuştur. O solcu da olsa Sertel’ler gibi ideolog olmamış romantizm ve şairlik düzeyinde kalmıştır.
Zülfi Livaneli gibi isimler de bir dönem Nazım gibi dini deneyim yaşamışlar ve sosyal veya fikri nedenlerle zamanla bu kulvarın uzağına düşmüşlerdir.  Tevfik Fikret de gençlik dönemlerinde dindar birisidir. Lakin daha sonra polemiklerinde Mehmet Akif Ersoy’un karşı kutbu olmuştur.  
Biz şeb-i arus münasebetiyle sizleri Nazım’ın ilgili şiiriyle baş başa bırakalım:    
“Şeb-i arûs”u fehmedenlere:
Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum Arş’a yükseldim
Kalpten temizlendim huzura geldim
Ben de mürîdinim işte Mevlânâ!
Bu iade-i itibarını sağlar mı, bilinmez!  Lakin sufilerin sıkça atıfta bulundukları bir hadis şöyledir:  Onlar öyle topluluktur ki, yanlarında bulunan ve yanlarına oturan da mahrum kalmaz.