Sam Mensa
TT

Savcı Bitar bombası ve Hizbullah'ın zırhlı oyun alanı

Adli soruşturma yargıcı ve Savcı Tarık el-Bitar, şaşırtıcı bir şekilde ve bir yıldan fazla süredir ara verdikten sonra, Beyrut Limanı patlaması dosyasıyla ilgili soruşturmayı yeniden başlattı. Beş tutukluyu serbest bıraktı ve aralarında Emniyet Genel Müdürü, Devlet Güvenliği Genel Müdürü ve Yargıtay Savcısının olduğu 8 yeni kişiye suçlamalarda bulundu. Bu hamleyi yapmadan saatler önce Avrupalı ​​müfettişlerden oluşan bir heyetin önünde dosyadan el çektirildiğini ve herhangi bir bilgi veremeyeceğini söylediğinden, olay büyük bir yankı uyandırdı.
Öncelikle, Lübnan'daki herhangi bir olaya veya duruma siyasi faktörü dahil etmeden yaklaşmak mümkün değil. Ülke 50 yıldır güvenlik, ekonomik ve sosyal dahil olmak üzere her düzeyde “istisnai” koşullarda yaşıyor.
Siyasi gerçeklik değişmedi ve Savcı Bitar’ı bu zaman ve koşullarda “yargı bombasını” patlatmaya motive edecek bir “darbe” de gerçekleşmedi. Tüm bunlar, Bitar'ın daha önce pek çok politikacı, ekonomi ve finans uzmanının düştüğü aynı ciddi hataya düştüğünü varsaymaya olanak tanıyor. O hata; yasadışı olarak silahlı varlığını koruyan yapıların devletin karar alma mekanizmasına etki etmelerini görmezden gelmektir.
Aynı zamanda reformdan, finans, ekonomi, güvenlik ve şimdi de yargıya Lübnan'ın farklı krizlerine yönelik çözüm projelerinin omuzlarından kaldırılmasının temsil eden siyasi çözümün rolünü de görmezden gelmektir.
Cumhurbaşkansız üçüncü ayına giren, yükümlülüklerini ödeyemediği için BM Genel Kurulu'nda oy kullanma hakkını kaybetme noktasına varacak kadar mali ve ekonomik bir çöküş içinde yaşayan Lübnan'ın şahit olduğu gergin ve çetin siyasi gerçekliğin ortasında, Bitar'ın bu ani hamlesinin zamanlaması hakkında hiçbir gözlemcinin göz ardı edemeyeceği iki önemli nokta var.
Birincisi, Bitar'ın hamlesinin, fiilen yalnızca kara para aklama dosyasını soruşturmak için Lübnan’a gelen Avrupalı müfettişler delegasyonunun ziyaretiyle çakışmasıdır.
İkincisi, gizemli ve ikna edici olmayan bir soğukluk döneminden sonra iki müttefik arasındaki buzları eritmeyi amaçladığı söylenen Hizbullah'tan bir heyetin Maruni Hristiyan Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) ile görüşmesidir. Bitar'ın hamlesi, soruşturmanın yeniden başlatılması ve tutukluların serbest bırakılması çağrısında bulunan ÖYH lideri Cibran Basil'i memnun etti. Aynı bağlamda, bazılarının, tüm deniz, hava ve kara sınır kapılarının güvenliğinden fiilen ve doğrudan sorumlu olan ordu ve emniyet taraflarını soruşturmadan dışlayıp, siyasi ve idari makamlara yönelerek Bitar'ın baştan hata yaptığı, böylece kendisinin hedef gösterilmesine ve şu anki çıkmaza ulaşmamıza izin verdiği şeklinde söyledikleri de dikkate alınmalı. Bu hata sonucunda ülkenin dört bir yanındaki siyasi ve idari kurumlarda olduğu gibi parçalanma, bölünme ve felç yargıya da ulaştı.
Savcı Bitar’ın hamlesi, belki de yargının ve yargı mensuplarının yaşadığı sorunlara kasıtsız bir katkı ve söylendiği gibi bardağı taşıran son damla oldu.
İnatçı ve bıktırıcı bir tekrar değil, Lübnan'daki krizin doğasını ve gerçekliğini hatırlatmak babında şunu söylemeliyiz; tüm ülkenin Hizbullah'ın vesayeti altında olduğu acı gerçeğine artık göz yummak mümkün değil.
Milletvekili Vaddah Sadık’ın kendisiyle gerçekleştirdiği bir toplantıdan çıkışta Adalet Bakanı'nın koruma ekibi tarafından darp edilmesi üzerine verdiği ifadeden sonra, Bitar’ın kararları bu otoritenin Adalet Sarayı'nın kalbine ulaştığını ortaya çıkardı. Bu kararların doğruluğu ve hukuka uygunluğu bir yana, onlarla birlikte, yargı organını etkisi altına alan bölünme ve parçalanma gün yüzüne çıktı.
Lübnan, bölgesel Şii ağıyla doğrudan bağlantılı hale geldi ve bu nedenle, krizine ve birçok dalına benzer hamlelerle, sahneyi değiştirmek için milletvekillerinin meclis koridorlarında oturma eylemleri düzenlemeleri gibi girişimlerle yaklaşılamaz. Sorun daha karmaşık ve tüm yönleriyle Lübnan krizine yönelik Hizbullah’ın bakış açısıyla bağlantılı. Kotalara, yolsuzluğa, dış güçlerden güç almaya dayalı mezhepçi sisteminin bileşimi, rantiye ekonomisi ve kötü yönetim gibi Lübnan krizinin bir kısmı yapısal, cumhurbaşkanlığı makamındaki boşluk, Liman patlamasına ilişkin soruşturma veya bankalardaki mevduatların kaybolması gibi diğer kısmı da ikinci derecedendir.
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın son konuşması, yalnızca tarafsız bir cumhurbaşkanını reddettiği değil, aynı zamanda önceki aşamayı tamamlayacak, genel olarak bölgede ve özelde Lübnan içinde denklemler değişmediği sürece “ordu, halk ve direniş” denklemini canlı tutacak bir cumhurbaşkanı istediği açısından da doğrudan ve netti. Buradan yola çıkarak, bugün Liman patlaması soruşturmasında yaşananların, Hizbullah’ın gerçekleştirdiği darbenin son faslı değil, tamamlayıcı bir faslından başka bir şey olmadığı söylenebilir. Başbakan Refik Hariri suikastı ile başlayan Hizbullah darbesi, 2008'de Beyrut ve Cebel-i Lübnan bölgesinin işgal edilmesi, Doha anlaşması ve 2016'daki uzlaşı ve General Mişel Avn'ın Baabda Sarayı'na yerleşmesi fasıllarıyla devam etti.
Bitar’ın yargı bombasının etkileşimleri, ondan önceki tüm duraklar gibi, Hizbullah'ın çıkarlarını ve hedeflerini dikkate almayan her türlü çözüm, uzlaşı veya soruşturmanın başarısızlığa, engellemeye mahkum olacağını, daha fazla çıkmaza gireceğini teyit ediyor. Hele de Hizbullah’ın İran'ın Rusya ile birlikte Batı'ya ve özellikle Avrupa'ya karşı savaşa girdiği yeni aşamayı son derece dikkate aldığı göz önüne alındığında. Dolayısıyla kendisini gerçekten tehdit eden ciddi iç baskılara izin vermeyecektir ki bunlar zaten mevcut değil. Lübnan'daki muhalifler bir araya gelemiyorlar ve birleşik bir vizyona sahip değiller. 14 Mart 2005 Hareketini andıran bir hareketi yeniden canlandıracak, durumu tersine çevirebilecek, yabancı ülkelerin Lübnan’a yönelik pozisyonlarında köklü bir gedik açabilecek tutarlı bir muhalefet cephesi oluşturma konusundaki tereddüdü, daha doğrusu korkuyu anlamak mümkün değil. Oysa bu ülkeler, Hristiyan siyasi güçlerin ve liderlerin yaşadığı zayıflığın tamamen farkındalar. Başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesi, eski başbakan Saad Hariri'nin maruz kaldığı marjinalleştirme, başbakanın yetkilerinin sürekli olarak sınırlandırılması çabalarından dolayı Sünnilerin yaşadıkları parçalanmanın ardından içinde bulundukları durumu biliyorlar.
Şii Hizbullah, oyun alanını inşa edip takviye etmekte ve siyasi oyuncuları buraya çekmekte başarılı oldu. Hizbullah ile yakın diyaloğun amacı şu iki şeyle sınırlı olacaktır; birincisi, projesi için bir Hristiyan örtü elde etmek, ikincisi, projeye uzlaşı ve güvenirlik kisvesi giydirmek. Hizbullah’ın amacı bundan ne daha fazla ne de daha az.
Çözüm kapılarının tamamen kapandığı doğruysa, Beyrut Limanı patlaması suçunun sorumlusunun kim olduğunu bilmek kriz duvarında bir gedik açar mı diye sormak da hakkımız. Ne var ki hem biz hem de dünya, daha önce yürütülen soruşturma ve Lübnan Özel Mahkemesi'nin başbakan Hariri'nin konvoyuna düzenlenen bombalı saldırının Hizbullah içindeki sorumlularını ortaya çıkardığını, ama sonucun koca bir sıfır ve Hizbullah’ın halen sahadaki ana oyuncu olduğunu biliyoruz. Aynı şey yeni cumhurbaşkanı seçimine bu krizin çözümünde bir faktör olarak güvenilmesi konusu için de geçerli. Şii İkilisinin seçilmeden önce cumhurbaşkanının adı üzerinde uzlaşılması talebiyle seçimler anlamını yitirdi, ipi Hizbullah'ın elinde olan bir atamaya dönüştü. Gerçek şu ki bugün sandık dışında hiçbir alternatife başvurulmaması, zaman kaybından ve çöküş halini uzatmaktan başka bir şey değil, sorumluluk da tüm gruplarıyla muhalefete ait. En başta da Hristiyanlar üzerinde bir yük haline geldikten sonra bile cumhurbaşkanlığı pozisyonuna sıkıca sarılan Maruni grubu geliyor. Cumhurbaşkanlığı ve ona sıkıca sarılmak onların hakkı, ancak Maruni cumhurbaşkanının ismine Hizbullah karar verdiği sürece, Hizbullah için bir Hristiyan kisvesi sağlamaktan başka bir şey olmayan bir pozisyona sarılmanın ne anlamı var?
Aynı bağlamda, Lübnanlı sağlamlığından, vatanseverliğinden, dirayetinden ve ölçülülüğünden yararlanamayacağımız eski Temsilciler Meclisi başkanı Hüseyin el-Hüseyni gibi bir figürün yokluğundan duyduğumuz üzüntüyü dile getirerek yazımızı bitirmek istiyoruz. Hüseyni “devletli başkan ve devlet başkanı” unvanına layık bir şahsiyetti. Doksanlardan bugüne kadar bu görevi yürütenlerin çoğundan daha çok devlet başkanlığına layıktı. Bir Şii Müslüman olmasına rağmen, gelecekleri hakkında "endişelenen Hristiyanlara” güven verme konusunda herhangi bir Hristiyan cumhurbaşkanından daha yetenekliydi.