Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Güçlü ABD ve zayıf ABD

Rusya-Ukrayna çatışması, ABD'nin gücüne ve zayıflığına, bu iki özellikten hangisinin küresel istikrar ve refahı sağladığına, Amerikan değerlerini koruduğuna ve yayılmasını garanti ettiğine dair bilinen amansız tartışmalara büyük dozda destek sağladı.
Bu tartışmalar, Amerikan siyaseti, güvenliği, ordusu ve değerleri bilincinde hâlâ kurucu bir olay olan 11 Eylül 2001 saldırısından beri Amerikan kimliği üzerinde yoğunlaşan daha geniş bir çatışmayla ilintili. Ülkede seçim kampanyaları fiilen alevlendiğinde, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerden her birinin kendi içindeki ve aralarındaki Amerikan siyasi mücadelesine bu çatışmanın egemen olacağına şüphe yok. ABD Başkanı Joe Biden'ın geçen ay Kiev'e yaptığı ziyaret ve Polonya'nın başkenti Varşova'daki konuşması da Amerikan siyasi camiasının kalbinde yaşanan şiddetli kimlik savaşından ayrı tutulamaz.
Biden, güçlü Batı imajını canlandırmak ve demokrasilerin rakiplerinin düşündüğü kadar zayıf olmadığını kanıtlamak istedi. Rusya-Ukrayna ihtilafı hakkında konuşurken, 2020’deki seçim kampanyasından “bugün seçim kaos ile istikrar, umut ile korku ve demokrasi ile despotluk arasında" sloganını kullanarak, ABD'nin Ukrayna'yı savunmadaki rolünü bir Amerikan iç bağlamına yerleştirmekten de çekinmedi. Biden bu sloganı kullanarak sanki ABD’nin ulusal sahnede Donald Trump’ın temsil ettiği despotlukla yüzleştiği gibi uluslararası sahnede de Rusya ve Çin’in temsil ettiği despotlukla yüzleştiğini söylüyordu.
Öte yandan, Trump'ın Biden ve Demokrat Parti'nin yetkinliğini ve liyakatini hedef almak için seçim kampanyasında ABD'nin Ukrayna krizindeki rolünü merkezi bir mesele haline getireceği açık ve net. Cumhuriyetçi taban tarafından güçlü bir şekilde takip edilen Muhafazakar Siyasi Eylem Konferansı (CPAC) tarafından düzenlenen bir kamuoyu yoklamasında yüzde 62'lik bir destek oranı elde ederek kazandığı sembolik zaferinden sonra Trump, "insanlar ne yapmaları gerektiğini bilirlerse" Rusya-Ukrayna ihtilafını 24 saat içinde sona erdirme sözü verdi ve başkan olsaydı bu savaşın bütünüyle yaşanmamış olacağını vurguladı.
Bu son ifadesi, Trump tipi Cumhuriyetçilerin "Demokrat Parti içinde ABD'nin güç kaynaklarını ve prestijini ihmal edenler" veya Cumhuriyetçi Parti içindeki neo-muhafazakarlar gibi bu güç kaynakları ve prestijin kullanımını abartanlara yönelttikleri tüm eleştirilerin özetinden başka bir şey değil.
Bu söylem, söz konusu iki gruptan, yani ihmalkarlar ile abartıcılardan, her birinin kendi adına, ABD’nin güç kaynaklarının boş yere harcanmasına, ABD ve uluslararası sistemdeki konumunun zayıflatmasına yol açtığını düşünüyor.
Aslında, Demokrat ihmalkarlığın Vladimir Putin'i Ukrayna'ya savaş açmaya teşvik etmekteki sorumluluğunu kanıtlamak zor değil. Zira George W. Bush yönetiminin son aylarında patlak veren 2008'deki Gürcistan savaşına rağmen, eski ABD başkanı Barack Obama yönetimi Moskova ile yeni bir sayfa açmayı seçti. Hillary Clinton ve Sergey Lavrov'un yanı sıra Obama ile o zaman şeklen Rus mevkidaşı olan Dmitri Medvedev arasında görüşmeler gerçekleşti. Obama yönetimi, Gürcistan'ın işgalini kınayan açıklamalarla yetindi ve Gürcistan'ın toprak bütünlüğüne saygı gösterme, terörle mücadelede iş birliği yapma ve silahlanma programlarını azaltma taahhütleri gibi Moskova'nın beyan ettiği iyi niyete güvendi. Washington’un hiçbir tepkisiyle karşılaşmadan ve o zamanki Avrupalı ​​ortağı Angela Merkel'in onu bu tür pozisyonlara teşvik etmesinin gölgesinde, Putin 2014'te Ukrayna’nın Kırım bölgesini ilhak etmeye karar verdiğinde, Demokratların bu siyasi akılcılık ve vaatlere bağlılığa güvenme umutları paramparça oldu. Aynı şekilde, daha sonra ABD’nin Malezya sivil uçağının düşürülmesine tepkisi, yaptırımları ve kolektif eylemi, Rusya gibi bir ülkenin caydırıcı eylemlerine karşı soruşturma ve yargı yollarını desteklemeyi tercih etmesi, Obama deneyimine yöneltilen büyük bir itiraz konusudur. Biden'a gelince, kendini ve dünyayı Avrupa'nın göbeğinde, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana görülmemiş bir yangının ortasında bulmadan önce, Moskova'ya Ukrayna'yı savunmak konusunda ciddi veya hazır olmadığını belirten her türlü mesajı gönderdi.
Cumhuriyetçi neo-muhafazakarların kapıldığı güç çılgınlığı ile Obama’nın uyguladığı ve olayların seyrine kapılmadan önce Biden'ın da kopyalamaya çalıştığı uzak durma arasında, ABD'nin gücünden utanmadan veya sadece gerekli olduğunda doğaçlama bir şekilde ona başvurmaktan çekinmeden, ABD'nin dünyadaki prestijini geri kazanmaya inanan üçüncü bir Cumhuriyetçi akım ortaya çıkıyor. Trump’ın başını çektiği bu akıma göre gerektiğinde güç kullanıldığında, mesela Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin tasfiyesinde olduğu gibi indirilen darbe ölümcül olacaktır. Trump, sahadaki güç dengesini neyin oluşturduğuna dair nesnel gerçeklerden ziyade itibarı ve imajıyla ilgilenen bir yönetimin değil, Moskova'nın ABD'nin gerektiğinde bu tür saldırılara hazır olduğunun farkında olmasının, Putin'i savaştan caydıracağına inanıyor.
Cumhuriyetçilerin yükselen yıldızı Arkansas Senatörü Tom Cotton'un " Only the Strong: Reversing the Left's Plot to Sabotage American Power” (Yalnızca Güçlüler: Solun Amerikan Gücünü Sabote Etme Planını Bozalım) başlıklı kitabı da bu akıma eklenebilir. Kitap, Demokratların dış politikasına yönelik ilginç bir eleştiri sunuyor, solu güçlü bir ABD'nin dünya için tehlike oluşturduğu bahanesiyle, Washington’un dünya sahnesindeki etkisini zayıflatmak konusunda bilinçli ve sistematik suç ortaklığı yapmakla suçluyor. Cotton, Demokrat dış politikanın iki belirli yaklaşımı olduğunu söylüyor ve birinci yaklaşımın başını, güçlü bir federal bürokrasiye inanan ilerici teknokrat seçkinler çekiyor. İkinci yaklaşım ise daha radikal ve dünyada yolunda gitmeyen her şey için daima ABD'nin kendisini suçlamaya başlayan tüm siyasi pozisyonların başlangıç ​​noktası olan Amerikan karşıtlığını benimsiyor. Cotton, bu iki yaklaşımın ortak noktasının, Amerikalıların ulusal çıkarlarını gerçekleştirmeseler bile, uluslararası öncelikleri ve yüce insani hedefleri öncelemek olduğuna inanıyor. Amerikan dış politikasına dair tartışmalar, her zaman federal hükümetin rolü,  bireysel özgürlük ile kolektif sorumluluk arasındaki dengenin sınırları, ABD ile dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkiyi yöneten temellere yönelik daha derin felsefi ve siyasi anlaşmazlıkları yansıtmıştır.
Ancak şu anda karşı karşıya olduğumuz şey, ABD tarihinde dünya liderliğiyle bağlantılı çok önemli bir an ve sorular, bu konumunun geleceği ve herhangi bir alternatif sistemin biçimi ve dengeleriyle ilgili.  Alçakgönüllü bir ABD mutlaka zayıf bir ABD midir, yoksa alçakgönüllülük müttefik ağını genişleterek ve ona karşı düşmanlığı hafifleterek ABD’nin nüfuzunu mu artırır? Güçlü bir ABD, mutlaka her zaman ve ilelebet savaşan ABD midir yoksa güç kaynakları, ABD'nin güvenilirliğini ve meşruiyetini defalarca baltalayan askeri makinenin kaba gücünü aşmakta mıdır? Dünya liderliğini sürdürmesini sağlamak için Amerikan gücünü ve prestijini yeniden tesis edecek bir orta çizginin bir geleceği olabilir mi?
Bunların hepsi ABD ile ilgili sorular ve cevapları dünyayı ve onun gelecek yıllardaki kaderini ve şeklini ilgilendiriyor.