Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Yine İsrail meselesi

Bu köşede 28 Aralık 2022 tarihinde yayımlanan “İsrail meselesi” başlıklı yazımın üzerinden çok zaman geçmedi. Yazının ana yaklaşımı, Arap-İsrail etkileşimlerinin temeli olan Filistin meselesinden yola çıkıyordu. Yazı ağırlıklı olarak New York Times tarafından yayımlanan "İsrail'de neler oluyor?" başlıklı bir yazıya dayanıyordu. New York Times yazısı Ürdün Nehri'nden Akdeniz'e uzanan topraklarda meydana gelen karmaşıklığa değiniyor ve dört tür etkileşim arasında ayrım yapıyordu: "Yahudiler ve Yahudiler", "Yahudiler ve İsrailli Araplar", "Yahudiler ve Filistinliler" ve "Filistinliler ve Filistinliler."
İlginç olan şu ki alışkın olduğumuz üzere yazımız, son üç etkileşime odaklanmıştı. Oysa ilki, yani Yahudiler ve Yahudiler arasındaki etkileşim, "İsrail sorununun” özünü açıklıyordu. Bu öz, İsrail arenasında hükümetin Yüksek Mahkeme'nin yasal statüsünü değiştirme girişimine karşı çıkan protesto gösterileri patlak verdiğinde ortaya çıktı. Bu değişikliğin gerçekleşmesi durumunda Yüksek Mahkeme parlamentonun (Knesset) kontrolüne ve ardından Binyamin Netanyahu liderliğindeki mevcut koalisyonunun sahip olduğu çoğunluğa tabi olacak.
İsrail hükümetine karşı 600 binden fazla göstericinin katıldığı yaklaşık iki aylık gösterilerin ardından, İsrail kamuoyunun Netanyahu hükümetinin Yüksek Mahkeme'yi Knesset’in otoritesine boyun eğdirme çabalarına karşı çıkışını ifade etmek için sokağa dökülmekten başka bir “demokratik” yol bulamadığını görüyoruz.  İsrail hükümetinin bu çabasının nedeninin, meclis çoğunluğuna sahip olan yürütme erki ile yargı erki arasında ciddi bir dengesizlik yaratmak, ardından ülkenin temel yasalarının çiğnenmesi durumunda daha yüksek bir otoriteye başvurulmasını engellemek olduğunu biliyoruz. Bu noktada meselenin temelde, İsrail'in anayasasız bir devlet olması, anayasa yerine devlet kurulduğunda laikliğin altını çizen temel yasalar üzerinde geçici bir uzlaşmaya dayanan, bir tür temel yasaya sahip olduğu gerçeğinde yattığını görüyoruz. İşte koalisyon ortağı dini partiler de insanların yaptığı yasalardan Yahudi "şeriatına” geçerek bunu değiştirmek istiyorlar. İsrail'deki bölünme, Lübnan’daki gibi İsrail’de de "iç savaş" ifadelerinin kullanılmaya başlamasına yol açtı. Netanyahu savunma bakanını görevden aldıktan, gösteriler ve grevler yoğunlaştıktan sonra sonunda değişiklikle ilgili yasa tasarısını oylamayı geçici olarak askıya almayı kabul etti.
Bugün olanların kökleri, İsrail'in aniden "Yahudi halkının ulus-devletini" temsil ettiğini deklare ettiği ve Knesset’in bu anlamı onayladığı 2018 yılına kadar uzanıyor. Bu adım ile birleşik Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak tanınması, Batı Şeria'daki yerleşim yerlerinin çılgınca genişlemesi gibi önceki adımlar arasında bir bağlantı vardı. Bırakın 70 yıl öncesini, çeyrek asır önce bile İbrani devletinin bu adımları atması hayal bile edilemezdi. Bu adımlar özetle, İsrail’i bir tür delilik olduğu düşünülen dini hayallerin peşinden koşmaya iten emperyal bir küstahlık durumunu ifade ediyor. Söz konusu delilik hayallerin sürdürülmesi ve devlet içinde eksik olmayan aşırı muhafazakar akım grupları tarafından dillendirilmesi için yeterli. Daha da önemlisi bu akımlar, yakın gelecekte emsallerine katılması ve ardından İsrail siyasetinin ana akımına dahil olması muhtemel yeni hayaller üretmeye başladılar. Bu hayallerinde başında Suriye’nin işgal altındaki Golan Tepeleri'nin ilhakı geliyor. “C Bölgesi’ndeki Batı Şeria topraklarının büyük bir bölümünün ilhakı yolunu döşemek için Batı Şeria'daki yerleşim yerlerinin İsrail topraklarına ilhakı da bu hayallerden biri. Bütün bu adımlar, devlete ve içinde yaşayan, nüfusun yüzde 21’inden fazlasını oluşturan Araplara bakışında İsrail'in Tevrat "şeriatı" temelinde yaşamasını isteyen İsrail "selefiliğinin” kalbinden çıktı.
İbrani devletinin seyrini başlangıcından bu yana takip edenler, devlet içinde bölünmeler olduğunu bilirler. Bunların en yaygın olanı, Avrupa'dan gelen Aşkenaziler ile Arap ve Ortadoğu ülkelerinden gelen Sefaradlar arasındaki bölünme. Bu, kaynak ve kültür bazında olduğu kadar sınıfsal ve siyasi zemine de dayanıyor. Diğer bölünme ise sağı ve solu temsil eden İşçi Partisi ve Likud partileri, Tel Aviv ile Kudüs, kısacası liberaller ile muhafazakarlar arasında. Bu bölünmeler devletin laikliliği ve temel hukuku konusunda ise geçerli değildi. Bu konuda görüş birliği vardı. Ancak son 10 yıldan fazla bir süre önce selefi, yani devlete “Tevrat” hükümleri perspektifinden baktığı için herkesten farklı olan üçüncü bir grup arenaya girdi. Bu perspektif nehirden denize uzanan coğrafyayı Yahudi halkının mülkü olarak görüyor ve burada Filistinlilerle bir arada yaşamanın imkansız olduğunu düşünüyor. Ama bundan daha da önemlisi, ona göre bu toprak parçasında yaşayan "Yahudiler", Yahudi şeriatına harfiyen ve tamamen uyan Yahudiler olmalılar. Mevcut koalisyon hükümeti, sözde Arap Baharı sırasında Ortadoğu'da yayılan selefi gruplardan pek farklı değil. Selefilik bu kez bir tür İsrail baharına benzer olaylarla kendini gösteriyor ve vatandaşların giyim, yemek, evlilik ve cenaze törenleri gibi kişisel işlerine karışmaya dayanan aynı geleneği temel alıyor.
Bu, İsrailli partilerin ve sivil toplumunun kendisini eleştirirken gösterdiği kitlesel tepkiyi büyük ölçüde açıklıyor olabilir. İsrailli partiler ve sivil toplum, Müslüman Kardeşler ve takipçilerinin iktidarı tekellerine aldıktan sonra Arap devletlerinde yaşananlardan pek de uzak olmayan şekilde seçim sürecinin, özünde devletin doğasını değiştirme çabası taşıyan sonuçlar ürettiğini düşünüyor. Kendilerini Avrupa ve ABD’deki Yahudiler arasında hakim olan “reformist” akımla farklılık gösteren bir tür Ortodoks Yahudi “fundamentalizmi” ile karşı karşıya bulan ABD ve Avrupa'daki Yahudiler, hem Washington hem de Avrupa başkentlerini saran alarm durumunun nedeni de tam olarak bu. İlginç olan, İsrail'de Yahudi “selefiliğinin” yükselişinin, Arap reformcu eğilimlerin gerek onları iktidardan uzaklaştırma gerekse terör örgütlerine dönüştüklerinde onlarla mücadele etme yoluyla olsun selefi akımlara karşı koymayı başarmasının ardından gelmesidir.
Bu, reformist "göstericiler" ile hem içeride hem de İsrail vatandaşlarına karşı kullanılabilecek Ulusal Muhafızlar adında yeni bir milis gücü oluşturulmasını kabul eden İsrail hükümeti arasında çatışmanın kaçınılmaz olacağı anlamına mı geliyor? Gerçek şu ki İsrail siyasetinde gelişmelerin devam ettiği bu aşamada bir tahminde bulunmak zor. Netanyahu’nun geri adım atmasını görmezden gelmek mümkün değil. Aynı şekilde girdiği yolda ilerlemesine izin vermeyen bir güçler dengesinin varlığını kabul etme temelinde yargıya yönelik darbe girişimini geçici olarak durdurmayı kabul etmesini de. Ancak Yahudi ve ondan önce de Arap selefiliğinin doğası böylesine geçici bir ateşkese izin veremez. Netanyahu ve arkasındaki Likud Partisinin geçici ateşkesi koalisyon hükümeti içindeki selefi grubu revize etmek için kullanması muhtemel. Yahudileri, ABD ve Avrupa hükümetlerini kızdıran Netanyahu değil. Bu nedenle başka bir seçeneği daha var; kendi programını uygulamasına izin verecek daha fazla halk desteği elde etme umuduyla, tüm İsrail siyasi elitini yeniden sandık başına götürmek. Böyle bir adım, ona daha fazla zaman kazandırabilir. Keza Arap azınlığın dengeleri değiştirecek bir şeyler yapma imkânı olabilir. Ancak yine de gelecek zor olasılıklarla dolu olacak.