Memun Fendi
TT

Hacca ve peygamberimizin kabrini ziyaret etmeye gitti

“Hacca ve peygamberimizin kabrini ziyaret etmeye gitti” ifadesi köylerimizde hacıların evlerinin üzerine yazılırdı. Ressamlar ve hattatlar, hacılar evlerinden çıkar çıkmaz, hacıların evlerinin duvarlarını çizme sürecine başlarlardı. Hacı ailesinin ve belki de tüm köyün toplu manevi yolculuğu, ‘evin beyazlanması’ denilen şeyle, yani evin cephesinin yeniden beyaza boyanmasıyla başlardı. Bu günahlardan arınmanın ve yeniden doğuşun simgesiydi. Evin ön cephesine Kâbe’nin bir duvar resmi çizilir ve insanlar ressamları seyre dalardı. Neredeyse hacca gidenler dönene kadar ressam da işini bitirmiş olurdu. Bu gündelik toplumsal atmosferde bazıları, manevi yolculuğuna çıkan hacı hakkında gece rüyalarında gördüklerini anlatırdı. Bu atmosfer sadece hacıları değil, etrafındakilerin hepsini kapsardı.

Hac seyahatinin Mekke’ye doğru yola koyulup tam bir ay sonra dönmek üzere evden çıkmakla başladığını sanıyor olabilirsiniz. Ancak bu şekilde düşünüyorsanız yanlış yoldasınız ve bizimle, dünyamızla ve adetlerimizle hiçbir alakanız yok demektir. Bizde aylar öncesinden başlayan hac kurasına (rastgele seçim yapılır) başvurduğunuz günden itibaren hac yolculuğu başlar. Zilkâde ayının ortasında veya yakınında hacıların adı kurada çıktığında, insanlar hacıları kutlamak için evlerine giderlerdi. Herhangi bir şeyden, her şeyden şüphe duyduğumuz ve devlet dairelerinin yolsuzluk ve iltimas dolu eylemlerini gördüğümüz halde, kuranın adaletli olduğundan asla şüphe etmezdik. Kurayı ilahi bir seçim olarak görüyor ve gözle görülmesi kaçınılmaz bir ‘alın yazısı ve vaat’ olarak değerlendiriyorduk.

Öyleyse, hac yolculuğu, asıl hacdan bir aydan fazla bir süre önce başlayıp bir ay daha veya hac dönüşü sonrasında devam ediyordu. Burada Cenab-ı Allah’ın “Hac bilinen aylardadır” buyruğunu tefsir edecek birine ihtiyaç duymuyorduk. Çünkü, bazılarının ruhsal yorgunlukla bitap düştüğü ve kalbi selim bir halle Allah’a gelenler dışında doğuştan bir ilmi olmayan müfessirlere ihtiyaç duymadan sağduyumuz ayetin anlamını anlamıştı.

Bizde hac yolculuğu şahsi manevi bir olay değildir; daha ziyade hacının çevresindeki akrabalarının ve sevdiklerinin dahil olduğu toplumsal bir olaydır. Bu nedenle, günahlardan temizlenme ve evin cephesinin beyaza boyanması, bireysel bir durumdan çok daha geniş olup bütün köyü kapsamaktadır.

Hayalleri, umutları ve sünnet-batıl inanç karışımı dindarlıkları ile köy halkını içine alan daire bu şekilde geniş olmakla birlikte, hac hakkında konuşmak şahsi bir eylem olup her hacıya göre değişmekteydi. Beytu’l-Haram’ı ziyaret eden ve şehre akın eden hacılar döndüklerinde gördüklerini ve kendilerine gelen işaretleri anlatırlardı.

Burada şahitlik etmek olarak tanımladığım haccın bu sosyal ayağına her zaman ilgi duymuşumdur. Etrafındakiler senin arındığını, temizlendiğini, değiştiğini görmedikçe ve sana olan bakışları değişmedikçe hac benim için tamamlanmış sayılmaz. Bu yüzden bu ibadeti tek başınıza yapmış olmanız yeterli değildir. Bu ibadeti birden fazla kez yerine getirdim ancak evin cephesi beyaza boyanmadığı, ressamlar gelmediği, kadınlar geleneksel şarkıları söylemediği ve babamda olduğu gibi uğurlama ve karşılama merasimleri yapılmadığı için tanıklarla ya da gençliğimde yaşadığım şekilde tamamlanmış sayılmaz. Bana göre her zaman hac yolculuğunda eksik olan bir şeyler vardı. Öncesinde bir kura ve ‘alınyazısı ve vaat’ hissi (Rabbimiz bize vaat ediyor) yoktu. Her zaman içimde Hac vazifesini geleneksel yollarla yerine getirme arzusu vardı. Beyaz kıyafetler içinde bir ata binmişim, arkamda da hacıların geleneksel şarkısını (Üç gün sonra ey güzel Nebi, üç gün sonra) söyleyen insanlar… İşte böyle, kadınların hüzün ve sevinç karışımı bir melodiyle söyledikleri şarkılar hala zihnimde dönüyor. Bu şarkıların içinde kâh dua kâh veda hüznü olurdu. Bir kadın hacı olduğunda arkasından kadınların söylediği şarkıları duyardı: “Huu hacı hanım kadifeleri giymiş nereye gidersin böyle? Nebi’yi ve Kabe’yi ziyarete.”

Zihnimde canlanan hac yolculuğu böyle; köyümden ortaokulu okuduğum Kina vilayetinin Kus kentine ve oradan Faslı hacı Seyyid Ebu’l-Hasan eş-Şazeli’nin vefat ettiği Humeysera Vadisi’ne… Şazeli Kus’tan Humeysera’ya, oradan Ayzeb Limanı’na ve Cidde’ye doğru yola çıkmıştı. Fatimilerin kontrolündeki Kus, Mısır anakarasının en büyük ticaret ve ilim merkeziydi. Şeyh Mekke’ye ulaşamadı ve Humeysera’da vefat etti. “Humeysera’da göreceksin”, böyle demişti şeyhi Fas’tan Mekke’ye doğru yola çıktığında. Öyle de oldu! Sufi üstadlarımızın dediği gibi… Şazeli’nin Humeysera ziyareti, bizim halkımızın âdetinde yarım bir hac olarak yazılır.

Hac yolu böyledir. Kufi hattı ile hacıların evlerine çizilen ve dünyamızı Kâbe’ye ve peygamberimizin kabrine bağlayan gizli bir ip gibidir. Bunun dışında, benim için hac yolculuğu soyut bir deneyimdir. Güzel bir matematik denklemine hayran olmak veya soyut bir sanat eserinin tadını çıkarmak gibidir. Oldukça bireysel ve şahitlerin olmadığı bir iştir.

Ben “Eşhedü en la ilahe illallah” derken çevremdekiler tamamladı; “eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü.”