Lübnan'daki siyasi seçkinler, halk vicdanının bir kısmı ile birlikte, 15 yıl süren iç savaşta yaşanan katliam, yerinden etme ve devletin sistematik yıkımını durduran "Taif Anlaşması"nı andılar.
Suudi Arabistan'ın Taif şehrinde 1989 sonbaharında onaylanan bu anlaşmanın Lübnan anayasasının ayrılmaz bir parçası, mezhepsel çoğunluğun olmadığı bir ülke için koruma ve savunma oluşturan ulusal bir sözleşme haline geldiğini belirtmekte fayda var.
1975 ve 1990 yılları arasında ölü, yaralı ve sakat yüz binlerce kurban, öğütülmüş bir ekonomi, bir avuç bölgesel oyuncu dışında daralan ufuklarla Lübnan kanaması son kertesine vardı. Bu bölgesel oyuncular, Lübnan'ın, yerel kuklaların iplerini uzaktan kontrol edenler arasındaki nüfuz dengelerine tabi geçici bir bölgesel anlaşma ya da takaslar, hesaplaşmalar için istismar edilmesi kolay bir "tarihi çizgi" olduğunu düşünüyorlardı ki bazıları hâlâ böyle düşünüyorlar.
O sırada Lübnanlı liderlerin beyhude kaçışı uçurumun eşiğine ulaştı. Bu uçurumda, sınırların dışından içerideki kuklaları kontrol edenlerin ve silah sağlayanların büyük çoğunluğunun, "kardeş", "dost" veya "koruyucu" olmaktan uzak oldukları ortaya çıktı. Aksine, Lübnan arenasını halkından ve kaderinden daha büyük bir satranç tahtası olarak kullandıkları, 10 yıldan fazla bir süre boyunca somut delillerle kanıtlandı.
Bu intihar yolu, bölgesel gerçeklerin değiştiği, “ulusal” kavramların çöktüğü, yeni kimliklerin, bağlılıkların ve düşmanlıkların doğduğu bir aşama ile sonlandı.
Enver Sedat'ın 1977'de işgal altındaki Kudüs'ü ziyareti ve 1978'de Menahem Begin ile Camp David Anlaşması’nı imzalaması, ardından Mısır-İsrail barış anlaşmasının imzalanması ve 1979'da İran'da Humeyni devriminin patlak vermesi, tüm bunlar, bölgedeki siyasi haritayı yeniden çizen erken dönem stratejik gelişmelerdi. Ardından Mısır’ın yani en büyük ve en güçlü Arap gücünün Arap-İsrail çatışması çemberinden çıkarılmasına paralel olarak, ilk İran-Irak savaşının taçlandırdığı İran'ın "devrimi ihraç etme" projesinin başlamasıyla olaylar hızlandı.
Öte yandan ve daha geniş bir ölçüde, 1979'da Sovyetler Birliği’nin Afganistan'a müdahalesi başladı. Moskova'nın içine çekildiği bu feci macera, Sovyetler Birliği'nin düşüşü, Avrupa "imparatorluğu"nun çöküşü ve küresel kutup konumunu kaybetmesiyle sonuçlanan hızlı bir geri sayımla ancak 1989’da sona erdi. Bunun hem ABD hem de Batı Avrupa'daki birinci müttefiki İngiltere'de Margaret Thatcher'ın 1979'da Londra'da iktidara gelmesiyle, ardından Ronald Reagan'ın 1980'de Washington'daki başkanlık zaferiyle taçlanan muhafazakar sağ gücün yükselişine paralel olarak gerçekleştiği biliniyor.
Lübnan'a gelince, Lübnan siyasetinin dar sokaklarının dışında ve yerel liderlerin dar ve kötü niyetli bencilliklerinden uzakta, bu ülkenin kalıntıları, çalkantılı bölgesel ve uluslararası dalgaların kendisiyle oynadığı bir tekneydi.
Ülke bir enkaz halindeydi, ekonomi bir enkazdı, vatandaşlar ya afetzedeydi ya da göç etmeyi planlıyorlardı, siyasi hayat “pusulasını” ve mantığını kaybetmişti.
Ancak bu kabus, Lübnanlıların ve onları kullanan bazı bölgesel muharriklerinin geçmişten ve hatalarından ders almış olmaları umudunun ortasında, geleceğe doğru yeni bir başlangıcı mümkün kılmak için bir dizi faktörün bir araya gelmesiyle sona erdi. Bu olumlu ve iyi faktörlerin başında, tehlikesi artık Lübnan ile sınırlı olmayıp, tüm Arap bölgesini tehdit eden bu intihar durumuna son vermenin gerekliliği konusunda samimi ve sorumlu bir Arap endişesiyle desteklenen Refik Hariri adlı vizyon sahibi bir adamın faaliyetleri geliyor. Zira bilhassa bir yanda büyüyen İran tehdidi, diğer yanda ılımlı ve aklı başında İsraillilerin maceracılarını ve yayılmacılarını dizginleme güçlerindeki kademeli - ama sürekli – zayıflamanın gölgesinde, bu intihar halinin sürmesi, Lübnan’ın yanı sıra tüm Arap bölgesi için tehdit oluşturuyordu.
Gerçekten de, Filistinlilerin ve İsraillilerin -Bill Clinton'ın ABD başkanlığı sırasında- 1995'te Oslo Anlaşmasını imzalama başarısına rağmen, İsrail Başbakanı İzak Rabin'in genç bir Siyonist fanatik tarafından öldürülmesi, İsrail'de ılımlılığın geçici bir nöbet olduğunu, radikal yerleşimci sağın herhangi bir barışı görüşmesinin söz konusu olmadığını kanıtladı. Zira 1967'de Kudüs'ün işgaline bizzat önderlik eden General Rabin bile anlaşmayı imzaladığı için radikallerin gözünde infaz edilmeye layık bir hain haline gelmişti. Aynı şekilde bu, Binyamin Netanyahu'nun dün İsrail'de iktidara dönüşü, ılımlı, barışçıl güçlerin ve solun neredeyse tamamen ortadan kalkması, İran Devrim Muhafızları ve milislerinin Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'in zenginlikleri üzerindeki hakimiyeti gerçeği karşısında, Yakın Doğu ve Ortadoğu'da Arap güvenliğine yönelik tehdit düzeyinde halihazırda birikmiş ivmeye dair ek bir kanıt sunuyor.
Dün, "Taif Anlaşması"nın 33. yıl dönümü kutlanırken Lübnan, 6 yıl önce Hizbullah'ın silahlarıyla iktidara gelen eski Cumhurbaşkanı Mişel Avn'ın döneminin sonunda yine boş cumhurbaşkanlığı makamı aşamasına girmişti. En azından İran'a ideolojik, siyasi, askeri ve mali olarak bağlı olan Hizbullah milletvekilleri ve liderlerinin kamuoyuna yaptığı açıklamalar, bunu gösteriyor.
Ayrıca, daha cumhurbaşkanlığını üstlenmeden önce "Taif Anlaşması"na düşmanlığını ve onu kesin bir şekilde reddettiğini hiçbir zaman gizlemeyen Avn, Taif’i ortadan kaldırmak ya da en azından felç etmek ve içeriğini boşaltmak için 6 yıllık cumhurbaşkanlığı boyunca benimsediği metodolojik uygulamalarını tamamlayan aleni bir siyasi ve parlamenter savaş başlatmıştı. 6 yıl boyunca bu uygulamalar, başbakanı marjinalleştirme ve ikinci plana itme, her şekilde onu engelleme, bypass etme ve kuşatma çabasıyla somutlaştı. Avn’ın (anayasal olarak oy kullanma hakkına sahip olmadığı) kabine toplantılarına şahsen başkanlık etme isteği ve çabası, anayasaya göre zorunlu meclis istişarelerine dayanarak başbakanı belirlemeden önce kendisine ayrılmış bakanlıklara atama yapmayı şart koşma bidati, kabine içinde bazı bakanlıkların kendisine ayrılması ısrarı, Avn’ın kullandığı bu araçlara örnek. Oysa kabinede partilere ek olarak cumhurbaşkanına kota ayrılması uygulaması, Avn’ın özellikle selefi cumhurbaşkanı Mişel Süleyman döneminde karşı çıktığı ve cumhurbaşkanının buna hakkı olmadığını (!) söylediği bir uygulamaydı.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan ayrılmadan önce Avn, bir tür gerekli olmayan bir gereklilikle bir kararname imzaladı. Bu kararname ile Avn, zaten istifa etmiş ve bugün “gündelik işleri yürütme” hükümetinden ibaret olan Necip Mikati hükümetinin istifasını kabul etti.
Elbette, eski cumhurbaşkanın düşünce tarzını ve iktidara yönelik niyetlerini hâlâ bilmeyen pek çok kişi bu davranışa şaşırdı. Ancak Avn, çok geçmeden geçmişte olduğu gibi yerel istikrar ve barışı umursamadan anavatanın tamamının değil bir kısmının lideri, bir parti ve gergin, mezhepçilikle dolu küçük grupların önderi olmaya geri döndüğüne dair sokağına güvence verdi. Lübnanlılara niyetini açık etti. Haksızlığa uğradığını, kişisel ve partizan kazanımlar elde etmek amacıyla “Hristiyanların haklarını savunmak için kahramanca can verdiğini” iddia etme “alışkanlığını” da yeniden hatırladı.
Lübnan Hristiyanları gördüklerine ve duyduklarına bir kez daha aldanırlar mı?
Önlerine koyduğu büyük sloganların pratik ifadesinin onları daha büyük felaketlere maruz bıraktığını keşfetmediler mi?
TT
Lübnan düşmanlarının değişmeyen silahı: Taif Anlaşması’na karşı komplo
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة