Ürdün'deki üsse düzenlenen ve üç Amerikan askerinin ölümü ve birkaçının yaralanmasıyla sonuçlanan saldırıya ABD’nin karşılık vermesi beş günden fazla sürdü. Bu süre tüm İran Devrim Muhafızları personelinin ve kendisine bağlı milis liderlerinin bölgedeki mevzilerinden tahliyesini sağladı. Bu durum, Joe Biden yönetiminin doğrudan İran'ı veya İranlı yetkilileri hedef almaktan kaçınma arzusuyla uyumlu ve Washington'un bölgedeki müttefikleri arasında şaşırtıcı ve anlaşılmaz görülen bir strateji. Çünkü sadece İran'ın ABD'ye karşı vekilleri aracılığıyla yürüttüğü uzun vadeli yıpratma kampanyasının başarısına olan güvenini pekiştirmeye hizmet ediyor.
ABD'nin saldırıları şu tartışmayı bir kez daha canlandırdı: ABD'nin Ortadoğu'daki stratejisi nedir? Biden yönetimi Irak, Suriye ve Yemen'de İran destekli milislere yönelik saldırılarla ne elde etmeye çalışıyor?
Aslında Washington'un müttefiklerinin, 2008-2016 yılları arasında Barack Obama döneminde benimsenen ve Biden yönetimi tarafından sürdürülen İran'a yönelik politikalara ilişkin memnuniyetsiz tutumu haklı bir tutumdur.
7 Ekim operasyonu sonrasında mevcut yönetimin Ortadoğu bölgesine yönelik davranışlarında son dönemde meydana gelen değişiklik hakkında ne söylenirse söylensin, bölgedeki müttefiklerin korkusu, İran ve müttefikleri ile ilişkilerini iyi yönettiğine inandığı için başarısız olan ABD politikasını değiştirmeyecek. Hava saldırılarının Kaliforniya'dan havalanan uzun menzilli B-1 bombardıman uçakları tarafından gerçekleştirilmiş olması ve Ortadoğu'nun genelinde konuşlanmış Amerikan üslerinin kullanılmaması, müttefiklerin, bu hava saldırıları ile aralarında herhangi bir bağlantı olmasını istemediklerinin açık bir itirafı. Bunun arkasında da Tahran ile sükunet politikası ve Tahran’ın vekillerinin misilleme saldırılarından kaçınma yatıyor. Bu, Amerikan diplomasisinin çalışma atmosferinin kafa karıştırıcı ve karmaşık olduğunu gösteriyor. Bir yanda ABD yönetimi ile İsrail hükümeti arasında eşi benzeri görülmemiş gergin bir atmosfer var. Diğer yanda Arapların tedbirliliği, İran provokasyonları ve ABD'nin, İran'ın bildiği ve sonuna kadar istismar ettiği bölgesel bir savaştan kaçınma konusundaki ısrarı var.
Bütün bunların ortasında bazılarının çağrıda bulunduğu gibi İran'ı bu zamanda vurmak, bölgenin ve güvenliğinin yararına olur mu?
İran'ın çöküşün ardından alternatifler olmadan parçalanması durumunda ne olabileceğini tahmin etmenin zorluğu ile yakın ve uzak komşu ülkeler için doğuracağı tehlikeler göz önüne alındığında, bunun bir yararı olabilir mi?
Çöküşün ardından İran'da kaos ve yansımalarına dair korku Amerikalıları, Rusları ve Avrupalıları endişelendiriyor. Zira bir diktatörlüğün çöküşünün sonuçları iç kavga ve parçalanma olurken, İran gibi aşırı ideolojik aktivistleri barındıran, kendi örgütlü ve silahlı dış uzantıları olan bir ülke çöktüğünde neler olabileceğini kim bilebilir?
İran rejimi ekonomik olarak zayıf, diplomatik olarak izolasyon içinde ve ülke içinde muhalefetin artmış olduğu bir dönemde açıkça ABD ile savaş istememesinin yanı sıra, bunun maliyetlerine de katlanamaz. Ancak ideolojik yapısı gereği İsrail'i yok etme ve ABD'yi tüm Ortadoğu'dan kovma şeklindeki katı söyleminden de vazgeçemez.
ABD'nin mesajının etkili olduğu da gözden kaçırılmamalı, Biden intikam niyetinden bahsettiği anda İran saldırı ile hiçbir ilgisinin olmadığını tekrarlamaya başladı. Özellikle Irak'taki vekilleri, en azından taktiksel bir geri çekilme anlamına gelecek şekilde Amerikan kuvvetlerine yönelik saldırılarını durduracaklarını duyurdu. Ancak dışarıya yönelik bu açıklamalarla eş zamanlı olarak içeride İran medyası saldırıların devam ettirilmesinin gerekliliği konusunda diretti, Husilere ve müttefik milislere çatışmayı sürdürme çağrısında bulundu. Dışarıya yönelik taktiksel bir diplomatik geri adım atma yaşanırken, içeride retorik olarak ses tonu yükseltildi. İran'ın Hizbullah'ı Irak'taki milislerinin eylemlerine dahil etmediğine, ABD’nin de hava saldırılarında İran’ın en güçlü ve önemli kolu olan Hizbullah’ı hedef almadığına dikkat çekilmeli.
O halde şu gerçekle karşı karşıya bulunuyoruz; bir yanda riskleri bilinmeyen, istenmeyen veya imkânsız bir savaş, diğer yanda İran'ın istikrarsızlaştırma politikasını 40 yılı aşkın süredir devam ettirmesi var. Bu duruma çözüm bulmak veya onu kontrol altına almak konusunda yalnızca ABD'yi sorumlu tutmak yeterli mi? Yoksa sorumluluk, İran’ın füze platformlarına ve başarısız devletlere dönüşen bölgedeki ülkeler ile onlarca yıldır İran'ın bölgenin güvenliğini sarsmasına izin veren diğer ülkelere de mi düşüyor? Olup bitenler ve özellikle de uluslararası sorun haline gelen Kızıldeniz'deki Husi eylemleri karşısında sanki bu dünyanın dışındaymış gibi davranan Rusya ve Çin nerede?
ABD yönetimine yüklenmesi gereken sorumluluklar gayet iyi biliniyor ve tekrarlanması sıkıcı hale geldi. ABD’nin sorumluluklarının başında şu geliyor; bölgedeki müttefik ülkeler Tahran kaynaklı saldırılara maruz kaldıklarında ve bizzat kendisi 1983'te Beyrut'taki büyükelçiliğine yönelik bombalı saldırı başta olmak üzere vatandaşlarına, elçiliklerine ve üslerine yönelik İran güdümlü terör eylemlerine maruz kaldığında Tahran’ın davranışlarını görmezden gelmek. Washington'un bir diğer sorumluluğu Afganistan'dan Irak'a kadar girdiği savaşları kötü yönetmesi, İsrail-Filistin çatışmasını ihmal etmesi, İsrail’in Filistinlilere karşı politikalarına körü körüne destek vermesi, bunların kendisine yönelik şiddet eylemlerini, terörizmi ve aşırı radikalizmi körüklemedeki etkisini göz ardı etmesidir. Kısacası Washington'un 7 Ekim operasyonu öncesi Ortadoğu politikası stratejik bir vizyondan yoksundu ve söylendiği gibi perakende, tereddütlü, içine kapanık ve sıklıkla şantaja ve terör korkusuna boyun eğen bir politikaydı.
İran'ın farklı derecelerde de olsa hegemonyası altında olan Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen ülkelerine gelince, bu ülkelerin İran projesiyle mücadele konusunda bir ölçüde sorumluluğu yok mu? Duruma uyum sağlama ya da teslim olma ve durumu değiştirme meselesini yalnızca ABD'ye ya da bölge ülkelerine bırakma politikası, içeriden harekete geçilmeden meyve vermeyecektir ve vermedi de. İçeriden harekete geçildiğinde ABD başta olmak üzere bölge ülkeleri kendisini kucaklayabilir ama esas olan iç faktördür.
Durumun tırmanmasına ve İran yayılmasının derinleşmesine, giderek çöken devletin kendisinden daha önemli hale gelen direniş ve korunması bahanesiyle ulus-devleti zayıflatmakta ileri gitmesine yol açması nedeniyle, ortaya çıkan durumun sorumluluğunu bölge de üstleniyor. Lübnan'ın direniş ile deneyimi, İran için bir emsal teşkil ediyor. Zira bu deneyim sırasında Lübnan, devlet egemenliğinden vazgeçmeye, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Kahire Anlaşması'nı imzalamaya ve güneyden İsrail'e karşı gerilla eylemlerinde bulunma konusunda onu serbest bırakmaya teşvik edildi. İç çatışmaları sona erdiren Taif Anlaşmasının ardından, Lübnan, silahsızlandırılan diğer milis grupların aksine, Hizbullah milislerinin silahının elinde kalmasını kabul etmek zorunda kaldı.
ABD'nin hatalarının, hatta günahlarının sayısız olduğunu sık sık tekrarlıyoruz. Ancak Gazze Savaşı'ndan sonra ortaya çıkanlar, savaşın nedenleri ve ABD'nin Filistin'e, bölgeye ve genel olarak güvenliğine yönelik yeni pozisyonları gibi yansımaları temel alınıp üzerine inşa edilebilir. Bunlar değerlendirilmeli ve Washington'un politikalarını gözden geçireceği umudunu uyandırmalı.