Totaliter rejimlerde ideoloji her zaman özel bir yere sahiptir ve bazı rejimler ideolojiyi ulusal güvenliğin gerekliliklerinin önüne koyar. Son derece gerekli durumlarda da ideoloji yerine ulusal güvenliğe öncelik vermek zorunda kalabilir. Dolayısıyla merhum Humeyni'nin, büyük bir acıyla, Irak ile savaşı durdurmayı kabul etmenin zehri yudumlamak gibi olduğunu söylediğini gördük. Ancak Hamaney döneminde İran, açık ve net yenilgilere rağmen ideolojiye bağlılığa geri döndü. Lübnan'da yaşananların İsrail'e karşı zafere varan bir direniş olduğunu, Suriye'de yaşananların ise yenilgi değil taktiksel bir geri çekilme olduğunu vurguladı.
Direniş – zafer ifadelerine yönelik bu ısrar ve geri çekilme kavramına bu bağlılık, ideolojinin ve yaşanan her şeyin sadece yakında ortadan kalkacak bir aksilik olduğuna dair düşüncenin hâlâ İran'ın stratejik düşüncesinde derinlere kök salmış olduğunun açık kanıtı. Zira ideoloji, net görüşü engelleyen bandaj gibidir; bu durumda liderlik, zaferin kaçınılmazlığına olan ideolojik inancı nedeniyle yalnızca görmek istediğini görür. Böylece adımları - birbiri ardınca - birbirine karışır ve tökezler, sonunda da büyük yenilgi gerçekleşir.
Farzedelim ki, İsrail’e karşı savaşı zafer kisvesi altında bir direniştir. Bunun tekrarlanması bizi M.Ö. 279'da Yunan kralının Romalılara karşı kazandığı zaferden sonra söylediği noktaya götürür; “Böyle bir zaferin tekrarlanması sonumuz olacaktır.” O halde böylesi bir direnişin Güney Lübnan'ın ve belki de ötesinin işgaline yol açması şaşırtıcı değildir.
Aynı şekilde Esed rejiminin devrilmesi ve İran'ın buna İsrail-Amerikan komplosunu, komşu bir ülkenin ihanetini, Esed'in tavsiyeleri görmezden gelmesini gerekçe olarak göstermesi de Lübnan'dan ders almadığını, aksine, ideolojinin gerçekliği renklendirmeye ve pembe bir gelecek çizmeye devam ettiğini doğruluyor. Bu gerekçe, İran'ın Suriye'deki varlığının nedeninin öncelikle İsrail ve ABD ile mücadele etmek olduğunu, dolayısıyla onlarla savaşmak ve yenmek için orada bulunurken nasıl bir komploya maruz kalabildiği noktasını görmezden geliyor. Bu, gerçekliğin mükemmel bir şekilde inkarı ve kralın çıplak olduğunun ortaya çıktığı andır.
Bu durum özellikle ideoloji ile ulusal güvenlik arasındaki ayrıma ilişkin soruları gündeme getiriyor. İdeolojiler değişirken veya yok olup ancak nesiller sonra yeniden ortaya çıkarken, anavatanlar var olmaya devam ederler. İran anavatanını korumak konusunda İran liderliği birçok meydan okuma ile karşı karşıya bulunuyor. Bunlardan belki de en önemli ikisi: İran'ın nükleer silahı ve doğal sınırlara dönüş.
İran'ın bölgedeki kollarının yok olmasından, ABD başkanı seçilen Donald Trump'ın yeniden iktidara gelmesinden, İsrail'in İran'ın hava savunmasını ve füze üretim fabrikalarını imha etmesinden ve Ukrayna krizinin çözülme ihtimalinin artmasından sonra, nükleer silahı artık güvende değil. Yönetime geri dönen Başkan Trump'a Dışişleri Bakanı olarak Marco Rubio ve Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak da Mike Waltz eşlik ediyor. İkisi de şahinlerden ve İran'a yönelik düşmanca tutumları aşikar.Trump’a aynı zamanda İsrail'e aşırı destek veren sağcı bir liderlik de eşlik edecek ki, bu da İran'ın iki olasılığa sahip olduğu anlamına geliyor. Birincisi, ABD’ye karşı savaşmak ve direniş ekseni yıkıldıktan sonra bu, askeri ve ekonomik açıdan kaybedilecek bir savaştır. İkinci seçenek, müzakereleri kabul etmek ve nükleer programının uluslararası denetime tabi olmasını kabul etmek. Bu iki olasılık da çok zor, çünkü ideoloji hâlâ İran düşüncesini yönlendiriyor. Ulusal güvenliğin zorunlu olarak ağır basmaması durumunda İran, ABD ile nükleer programının imhası ya da en azından içeride bir devrimin patlamasına neden olabilecek ağır ekonomik sıkıntı içinde yaşaması ile sonuçlanacak bir savaşa girişecek. Ulusal güvenlik fikri ağır basarsa da -ki bu muhtemel- İran, Humeyni'nin Irak ile savaşında yaptığı gibi zehri yudumlamayı kabul edecek ve nükleer programını denetime açacaktır. İran son seçeneği kabul ederse, devrim düşmanlarını caydırmak için nükleer silaha sahip olmak şeklindeki en büyük hedefini kaybetmiş olacaktır.
Doğal sınırlara dönüş seçeneğine gelince, bu aslında İran'ın seçeneği değil, ideolojinin ölümünün onaylanması, vatan ve sınırları fikrinin zafer kazanmasıdır. İran, sınırlarına çekilerek, dini ideolojik yayılma ve devrim fikrini yayma fikrinden uzaklaşarak kendisini gerçek bir sınavla ve acı bir hasatla karşı karşıya bulacaktır. İranlılar 1979'dan bu yana kendilerini normal bir devlet kurma fırsatından mahrum bıraktılar ve devrimci bir devlet fikrinin peşine düştüler. Devrimci devletin kendilerine hiçbir fayda sağlamadığını, yalnızca düşmanlık getirdiğini, tarihsel kinleri yeniden hortlattığını, komşular arasında engeller inşa ettiğini ve geçim sıkıntılarına katlanmalarına neden olduğunu keşfedecekler.
İran ve ondan önce Sovyetler Birliği'nin ideoloji yolculuğunda sabit olan husus, devrimci devletin nüfuzunu genişletmek, ekonomik ve askeri hegemonya kurmak için halklara zorla kanılar ve inançlar dayatmasının bariz bir şekilde başarısız olduğudur. Halklar güç altında veya yalan makinesinin becerisi sayesinde bunları kabul etse bile, mutlaka uyanacak ve Suriyelilerin ideolojik olarak Baasçı Beşşar Esed'e ve ideolojik olarak devrimci İran'a karşı ayaklanmaları gibi ayaklanacaklardır. Beşşar Esed halkının devrimini bastırdıktan, İran ve Rusya güçlerini konuşlandırdıktan, ideoloji sloganını bir kılıf olarak öne sürdükten sonra her şeyi kaybedebileceğini hayal bile etmemişti, İran da öyle. Bu doğal, çünkü ideolog her zaman kazananın kendisi olduğuna inanan bir kumarbazdır ve kaybettiğinde daha büyük oynar ve daha da çok kaybeder. Stratejistin önceliği ise ulusal güvenliktir, ulusal güvenliği korumak için ideolojiyi bir kenara bırakmaktan asla çekinmez.
Soru şu: Şimdi İran ne yapacak? Dini Lider Hamaney dışında kimse bunu bilmiyor.