Sam Mensa
TT

Washington ile Tahran arasındaki müzakere sürecinin bir okuması

ABD-İran görüşmelerinin Muskat'ta yeniden başlamasıyla birlikte gidişata ne karamsarlıkla ne de aşırı iyimserlikle yaklaşmak doğru olmayacaktır. İran, Amerikalıların isteklerine aykırı olarak dolaylı müzakerelerde ısrar ederek puan kazandı. Medyada yer alan haberlere göre bu durum, görüşme marjında iki heyet başkanı Steve Witkoff ile Abbas Arakçi arasında gerçekleşen bir görüşmeyle telafi edildi.

Geçtiğimiz cumartesi günü yapılan görüşme turu, İran'ın görüşmelerin Umman'da kalması isteği ile ABD'nin görüşmeleri Roma'ya taşıma isteği arasında mekân konusunda yaşanan anlaşmazlıkla başladı. Bu durum, müzakerelerin gidişatına ilişkin belirsizliğin bir göstergesiydi. Bu bağlamda, Avrupalı başkanlar arasında ABD Başkanı Donald Trump'a en yakın olanın İtalya Başbakanı Giorgia Meloni olduğuna, öte yandan ABD'nin Muskat'a yönelik temkinli tavrının, Sultan Heysem bin Tarık ile Trump arasında bir telefon görüşmesini gerektirdiğine de işaret edelim.

Mekân konusundaki anlaşmazlığın arkasındaki nedenler ne olursa olsun, ABD'nin genel olarak İran'a ve özelde müzakerelere ilişkin tutumu koordineli değil. İlgili Amerikalı yetkililerin açıklamaları ve görüşleri de bunun delili. İran’a gelince, Trump'ın çözüm vizyonunun özetlediği Washington'un talepleri konusunda tereddütlü. Trump, Tahran'ın nükleer silaha sahip olması niteliğini taşıyabilecek herhangi bir nükleer kapasiteye sahip olmasını reddediyor. İran’ın bu vizyonu kabul etmesi, ülkeyi savaşa sürüklese bile, Amerikan baskısına direnme çağrısı yapan sertlik yanlılarının da desteklediği iç tepkilere yol açacaktır. Kabul edilmemesi halinde ise diplomasiye ve taviz vermeye meyilli, rejimin geleceğini tehdit edebilecek pervasız uygulamalara karşı çıkan kesim tepki gösterecektir. Dini Lider Ali Hamaney ise söylem ve üslubunu yumuşattıktan sonra her iki kampın ortasında duruyor gibi görünüyor. İranlı tarafların genel stratejisi hem müzakerelerin içinde hem dışında zaman kazanmak olmayı sürdürüyor.

Müzakerelerin seyri ve sonucu pek çok faktörden etkileniyor; bunlar arasında, İran'ın “Snapback” denilen Kapsamlı Ortak Eylem Planı maddelerini uygulamaması halinde, Avrupa yaptırımlarının yeniden uygulanmasının öngörüldüğü mayıs ayı sonuyla birlikte, Avrupa’nın rolünün marjinalleştirilmemesi isteği de yer alıyor. Kendi açısından İran, ABD’ye karşı yalnız kalmamak için Avrupalılara kapıları açık tutmak istiyor.

Avrupa'nın rolü bağlamında Trump'ın, İran konusunda Avrupa rolüne güvenen selefi Joe Biden'ın aksine, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile koordinasyon içinde olduğunu görüyoruz. Putin'in Washington ile iyi ilişkiler kurma ve Ukrayna'ya karşı yürüttüğü savaşta hedeflerine ulaşma arzusundan hareketle Moskova'nın Tahran'a baskı uygulayacağını umuyor ve bunda haklı olabilir. Zira Ukrayna’daki hedeflerini gerçekleştirme, Tahran ile ilişkilerden daha önemli olan ve Putin’i bu ilişkiyi feda etmeye itebilecek olan meselenin özüdür.

İran da aralarındaki güçlü bağlar ve çıkarlar nedeniyle Çin'e yönelebilir. Ancak Pekin'in, özellikle Trump'ın gümrük tarifeleri savaşının ardından iki ülke arasındaki bu kritik aşamada, Washington'a ve İran'daki hedeflerine zarar verecek bir şey yapması pek olası görünmüyor.

Bölge, sahne olduğu üç değişken-sabite ile bir müzakere süreci yaşıyor; bunlardan ilki, kendisine karşı konulmasının zorluğunu ve üstünlüğünü kanıtlayan İsrail askeri gücüdür. İkincisi, göz ardı edilmesi zor ve önemli, dinamik ve ileri düzeyde olduğu kanıtlanan Suudi Arabistan'ın rolüdür. Suudi Arabistan Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman'ın çeyrek asırdan uzun bir aradan sonra İran'a yaptığı ve türünün ilki olan ziyaret de bunun göstergesi. Ziyaret, nükleer dosyayla ilgili gerginliğin arttığı ve Tahran'a karşı askeri saldırı olasılığının yeniden tartışıldığı, ABD'nin Yemen'de Husilere yönelik saldırılarının yoğunlaştığı, çatışmadan ziyade diplomatik angajmanın önemini yansıtan çok hassas ve karmaşık bir zamanda gerçekleşti. Üçüncüsü, Türkiye'nin iç istikrarsızlığa rağmen giderek artan rolüdür. Bu değişkenler ve sabiteler, İran'ın bölgedeki müttefiklerinin yenilgisi ve Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun askeri müdahale tehditlerinin ardından on yıllardır sahip olduğu ayrıcalıklı konumunu kaybetmesine neden oldu. Tahran'daki karar alıcıların çoğunluğu büyük ihtimalle bölgeyi değiştirme hedefinin çöktüğüne ve bunu yakın zamanda yeniden tesis edemeyeceklerine ikna olmuş durumda. Bu da müzakerelerin başarıya ulaşmasını isteyen ılımlıların İran'ın bölgedeki rolünü yeniden kazanmasının tek yolunun devrimden normal bir devlete dönüşmesi olduğu kanaatini pekiştiriyor. Ama böyle bir şeyin yakın gelecekte gerçekleşmesi de pek mümkün görünmüyor.

Bölgede müzakerelerin sonuçlarına ilişkin korkular, Amerikalılar ile İsraillilerin nükleer faaliyetler ve belki de balistik silahlar konusunda istediklerini elde edecekleri bir anlaşmaya varılması ve bunun sonucunda yaptırımların ya da çoğunun kaldırılması, buna karşılık bağımsız ve kendisine dost ulusal oluşumlar oldukları bahanesiyle faaliyetlerini sürdürmeleri için İran'ın müttefiklerine meydanın boş bırakılması ile ilgilidir.

Böyle bir anlaşma, İsrail'in nükleer silah sahibi İran konusundaki endişelerini giderecektir. Özellikle Lübnan, Gazze ve Suriye'deki savaşlarla, İran'ın müttefiklerinin oluşturduğu tehdidi sınırlamasının ardından, İsrail'i rahatlatacaktır. Hizbullah ile ateşkes anlaşmasının imzalanmasının ardından Lübnan'da yaşananlar ve Gazze savaşının Hamas'ın silahsızlandırılmasıyla sonuçlanacak olması bunu başardığını gösteriyor.

İran'ın onlarca yıldır ideolojik ve askeri eğitim verdiği müttefiklerinin kaderi, Filistin, Lübnan ve Irak'taki iç güç dengeleriyle bağlantılı bir iç siyasal ve toplumsal soruna dönüştü ve çözümler tamamen yerel hale geldi.