Ticaret dengesi hem uzak hem de yakın geçmişte yıllarca haber akışında yer alan bir terimdir. Büyük üretici ülkeler arasındaki ticari ilişki ve ticari hareketlilik aralarındaki ilişkilerin şekillenmesinde önemli bir rol oynar ve siyasi ilişkilerin şekillenmesinde güçlü bir etkiye sahiptir. Çin ile ABD arasındaki ticari ilişki, iki küresel ekonomik güç arasındaki ilişkinin hatlarının çizilmesinde etkili bir rol oynarken, ticari dengeler Rusya ile ABD arasındaki ilişkide aynı etkiyi yaratmadı.
Bugün uluslararası siyasi denge, yeryüzündeki olayları yönlendiren bir güç haline geldi. Bir zamanlar Doğu-Batı çatışmasının operasyon odası olan ideoloji geriledi. Sovyetler Birliği’nin ve onun yörüngesinde hareket eden ülkelerin çöküşü, Avrupa Birliği’nin (AB) kurulması, bireyler arası iletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi ile görsel uydu kanallarının gücünün artmasının ardından etkili yumuşak veriler ortaya çıktı. ABD özellikle Demokrat Parti yönetimi altında, demokratik çoğulculuk, insan hakları ve ifade özgürlüğü şeklindeki siyasi ideolojisini ABD’ye ilişkin tasvirler listesinin en altına göndermeye çalışıyor. Çin, eşi benzeri görülmemiş ekonomik sıçramasıyla şu sorunun yeniden sorulmasında rol oynadı: Dünyadaki tüm halkların kalkınmasını ve ilerlemesini sağlayacak tek tip bir siyasi sistem var mı?
Avrupa’nın birliğini sağlamayı ve AB’yi kurmayı başarmasının ardından uluslararası siyasi ve ekonomik dengeler değişti. Diğer adıyla yaşlı kıtanın, özellikle askeri Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) düzeninde kendisini ABD’ye bağlayan bir göbek bağı olduğu doğrudur. Avrupa, uzun yıllar süren kıtasal ve küresel savaşların ardından kıtasal dengesini sağlayarak, siyasi çizgisini ve güvenlik sahasını güçlendirdi. Yeni Avrupa toplumları halkları için ilerlemeyi, refahı ve sosyal barışı sağladı. Yüzyıllar boyunca sömürgecilikten, yoksulluktan ve cehaletten muzdarip olan en büyük insan kitlesini temsil etmekte olan Büyük Asya kıtasında ise Çin’den Hindistan’a, Güney Kore’den Singapur’a ve diğerlerine kadar küçük-büyük ekonomik kaplanlar yaratıldı. Ancak Avrupa kıtasında olduğu gibi federal bir yapı üzerinden siyasi ve ekonomik entegrasyon sağlanamadı. Komünist Çin Halk Cumhuriyeti, ‘tek ülke iki sistem’ prensibi doğrultusunda Hong Kong ile federal bir formül oluşturmayı başardı. Çin, hala Çin Ulusal Cumhuriyeti Tayvan’ın anakaraya dönmesi konusunda ısrar ediyor. Ama bunu yaparken yumuşak bir politik üslup benimseyip sabır gösteriyor. Kuzey Kore kapalı komünist sistemi, füze ve nükleer askeri gücüyle herkesi korkutan riskli bir bölge olmaya devam ediyor. Ekonomik ve bilimsel açıdan büyük bir atılım gerçekleştiren Hindistan, hala iki büyük siyasi endişe arasında yaşıyor; nükleer komşuları Pakistan ve Çin. Öte yandan Asya ülkesi ve petrol üreticisi İran, hareketli bir ideolojik ve siyasi alanda faaliyet gösteren, kapsamlı askeri füze ve nükleer programıyla bölgeyi ateşe verip dünyayı meşgul eden ve böylece coğrafi ve siyasi sınırları aşan bir endişe halkasını temsil ediyor. Siyasi sistemi, İmam Humeyni’nin uzak geçmişin kuyusundan avuç avuç çıkardığı Şii dini yaklaşımları temel alıyor. İran, Humeyni devriminden kısa bir süre sonra ABD ile açık çatışmaya ve yakın ve uzak ülkelerle çatışma ve rekabete girdi. Bir zamanlar Sovyet imparatorluğunun parçası olan Asya ülkeleri, bir dizi iç kargaşanın yanı sıra komşu ülkelerle de çatışmalar yaşıyor. Bazı ülkeler arasındaki savaşlar, sadece bir gün geri dönüp tekrar alevlenmek üzere söner. Yüzyıllarca ayakta kalmış büyük bir imparatorluk olan Türkiye, son yıllarda ekonomik ve siyasi gücüne yeniden kavuştu. Toprakları Asya ve Avrupa kıtaları arasında uzanmaktadır ve NATO’nun önemli bir üyesidir. Bununla birlikte, bazı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde hayati alan politikasını benimsemiştir.
Latin Amerika onlarca yılını siyasi, ideolojik ve ekonomik kaygıların girdabında geçirdi. Siyasi lider Simon Bolivar’ın yaşadığı ülkeler arasındaki birlik hayalinin içinde... Bolivar Venezuela, Bolivya, Kolombiya, Ekvador, Peru ve Panama’nın İspanyol İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazandığı savaşlara öncülük etti. Bu ülkelerin bağımsızlığı sağlandı ancak birlik sağlanamadı. Latin kıtası uzun yıllar iç ve dış çatışmalar yaşadı. Devrim ve özgürlük hayali kaybolmuyordu ve hayal kuran devrimci güçlerin ideolojilerinde ABD düşmanlığı yer alıyordu. Simon Bolivar’dan Che Guevara’ya, Fidel Castro’dan Brezilyalı siyasetçi ve lider Lula da Silva’ya kadar Latin kıtası, aralarında kurumsal veya entegre bir iş birliği için formül geliştirmeyi başaramadı.
Afrika kıtasına gelince, kendine has tarihi, coğrafi, jeopolitik ve demografik yapısı bulunmaktadır. Afrika kıtası, içinde her şeyin bulunduğu geniş bir alandır. 1984 yılında Avrupa ülkeleri Berlin’de toplanarak, Afrika ülkelerini kendi aralarında paylaşma kararı aldılar. Avrupa ülkelerinde yaşanan büyük sanayi devrimi, hammadde ihtiyacını yaşamın bir gereksinimi haline getirdi. Afrika kıtası o zamanlar tarımda üretime yön veren bir iş gücü kaynağıydı. Binlerce Afrikalı, evlerde zorla çalıştırılan ekim, hasat ve hizmet makineleri olarak prangalarla ABD’ye götürüldü. Avrupa Berlin toplantısının ardından Avrupalı sömürge güçleri Afrika kıtasına akın etti. Hem Namibya’da hem de Tanganyika’da Almanlar insanları köleleştirip onlara korkunç bir şekilde baskı ve işkenceler yaptı. Fransızlar, Kuzey Afrika’ya doğru ilerleyerek Cezayir’i işgal ettiler. Tunus’a manda ve himaye uyguladılar. İtalyanlar da onların izinden giderek Libya’yı sömürgeleştirmek için bir soykırım savaşı başlattılar ve hapishaneler açıp burada binlerce kişinin ölmesine göz yumdular. Kıtanın güneyine İngilizler ve Hollandalılar egemen oldular ve ırk ayrımcılığına (apartheid) dayalı bir sistem uyguladılar. Kıtanın batısında ve doğusunun bir kısmında Portekiz hakimiyeti kuruldu. Dünyanın hiçbir kıtası, Afrika kıtasının yaşadığı köleleştirme uygulamaları ve ırkçı sömürgeciliğe tanık olmamıştır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle 1960’lı yıllarda kıtada bağımsızlık dönemi başladı. Avrupa askeri güçleri kıta ülkelerini terk etti, ancak Berlin Konferansı politikasına dayanan Avrupa ekonomisi kıtanın çoğu ülkesinde siyasi bir gölge olarak kaldı. Ülkeler bağımsız hale geldi, ancak çoğunda devlet kavramı oluşmadı ve eski toplumsal kabile sistemi hâkim kaldı. 1960’lı yılların başında kurulan Afrika Birliği Örgütü, Güney Afrika’daki apartheid rejime karşı mücadelede kıtayı harekete geçirmeyi başardı. 1990’ların sonlarında Afrika Birliği Örgütü’nün yerini Afrika Birliği (AfB) aldı, ancak kıtadaki iç savaşlara ve ideolojik terör hareketlerine karşı koymayı başaramadı.
Dünyanın bugünkü durumuna ilişkin bu uzun anlatı, kadim kökleri ve modern dallarıyla içinde yaşadığımız dünyanın bileşenlerinin geniş bir değerlendirmesiydi. Uluslararası siyasi denge, ticaret dengesi kavramıyla benzerlikler taşıdığı gibi, onunla ters düşen birçok hususu da içinde barındırmaktadır. Birinci denge, tek tek ülkeler arasındaki ve siyasi bloklar ile gruplar arasındaki siyasi ilişki standartlarını düzenlerken, ikinci denge, ülkeler arasındaki ticaret alışverişinin hacmini dikkate alır. Bugün dünya, silahlı şiddetin eksik olmadığı, geniş çaplı ve uzun soluklu çatışmaların habercisi olan yaygın bir kaos durumu yaşıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler’in (BM), dünya ülkeleri arasındaki ilişkileri kontrol edeceği ve dünya barışını tesis etmek için siyasi dengeyi sağlayacağı umuluyordu. Ancak dünyanın tüm kıtalarında görülen huzursuzluk, korkunç ve tehlikeli olan her şeyin kapıda olduğunun habercisi.