Dünya, pek çok kişinin, 21. yüzyılda yükselen farkındalık ve kültür düzeyinin kendisini yararsız bulduğunu, serbest seçimlerde test edilmesi durumunda onu reddedeceğini düşündüğü popülist slogan ve eylemlerle insanları yatıştırmaktan kaçınan saygın liderleri hak etmiyor mu?
Geçtiğimiz birkaç hafta içinde gördüğümüz modeller sayılamayacak kadar çoktu, bu nedenle hangisinden başlayacağımızı bilmiyoruz.
Amerika Birleşik Devletleri'nden mi başlayalım; görünüşe göre dünyanın en büyük gücü, seksenli yaşlarında ve sunacak yeni hiçbir şeyi olmayan iki adam, şu anki Demokrat Başkan Joe Biden ve Cumhuriyetçi selefi Donald Trump arasındaki son başkanlık seçimlerinin “senaryosunu” tekrarlamaya doğru gidiyor.
İngiltere’de, Başbakanı ve üst düzey bakanları göçmenlerin ve azınlıkların çocukları olan muhafazakar bir hükümet, göç talebinde bulunanları “göç ettirme” üzerine bir popülist siyasi strateji inşa etmiş bulunuyor.
Büyük medeniyeti Nazi dönemiyle lekelenen, bu nedenle tarihsel “suçluluk kompleksi” siyasi çıkarlar ağıyla birleşen Almanya’da, Savunma Bakanı özellikle de Nazizm kurbanları kuşağı evlatlarının Gazze'de işlediği zulmü hararetle savunuyor.
Fransa, hâlâ dünya halklarının kaygılarını hisseden, medeniyetler arasındaki zıtlıkları anlayan evrensel bir güç olduğuna inanarak, dış politikasını uzmanlığı, deneyimi veya değer sistemi başkalarıyla diyalog, anlama ve anlayış gösterme mekanizması geliştirmesine imkan tanımayan genç bir ikiliye devrederek kendini kandırıyor.
İsviçre'deki Davos Ekonomik Forumu’nda Arjantin halkının umutsuzluğunun iktidara taşıdığı kindar bir popülistin, politika ve ekonomi üzerine beceriksiz bir ders vererek dünyadaki bilinen tüm yönetim sistemlerini hedef alışını dinledik.
Bunlar sadece gördüğümüz ve şahit olduklarımızın örnekleri. Dünya siyasetçilerinin uygulanmaya ve saygı duyulmaya değer bir küresel düzen inşa etmek için gereken güvenilirlikten giderek yoksun kaldığına dair talihsiz bir gerçekliğin örnekleri. Gerçekten de bugün Gazze Şeridi'nden Arjantin'e, Hindistan yarımadasından Ukrayna'ya kadar “Soğuk Savaş”ın sona ermesiyle ortaya çıkan tüm sloganlar çöküyor.
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından birçok kişi, küresel savaşın kesin olarak sonuçlandığını zannetti. Dolayısıyla insanlığın vaat edilen mutluluk, barış, bir arada yaşama, refah ve adalet ilkelerine doğru ilerlemesini engellemenin artık hiçbir haklı gerekçesi yoktu. Ancak, insan doğasına ilişkin gerçeğin, ibadethanelerde, parti platformlarında ve “mücadele siperlerinde” öğrendiklerinden farklı olduğu, yüz milyonlarca saf ve iyi niyetli insana daha sonra açık ve belirgin hale geldi.
Buna ek olarak, muzaffer kamp, amacı kalpleri birleştirmek olan bir “hayır kurumu” ya da asıl derdi hastalıkları tedavi etmek olan bir hastane değil, güçlülerin yerinin olmadığı bir arenada amansız bir savaşçıydı.
Gerçekten de, Doğu ile Batı arasındaki çatışmayı sona erdiren “Soğuk Savaş” biter bitmez, “tarihsel hataları düzeltmeye” yönelik çeşitli türden çekişmelerin ve etnik, dinsel ve mezhepsel savaşların tomurcukları yeşerdi.
Dahası çok geçmeden Balkanlar'da Avrupa haritalarını yeniden çizecek savaşlar patlak verdi, ardından Kafkas savaşları geldi ve on yılı tamamlamadan da Ukrayna savaşına ulaştık.
Moskova'nın bu kez milliyetçi bir kılıkla arenaya dönüşü, güçlü bir hafıza ve acı bir adaletsizlik duygusuyla donanmış "tarihsel hataları düzeltme" girişimlerinden biriydi. Batı'da eski “Sovyet alanında” üretilen yeni gerçeklik, güneyde Ortadoğu'da tekrarlandı. Buna karşılık zaferinin coşkusuna kapılan Batı, Moskova'yı motive eden faktörleri, ayrıca Çin'in yükselişinin dinamiklerini ve Güney Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da laiklik ile bir arada var olan milliyetçilik pahasına siyasallaşmış dini alternatifin yükselişini görmezden geldi.
Özellikle Ortadoğu'da, Washington'un bölgesel barış girişimlerini tekeline alma konusundaki ısrarı, gerçek ve kalıcı bir barış için gereken yaklaşımlarda korkunç bir dengesizliğe yol açtı. Ama aynı zamanda İsrail tarafında ABD’nin bölgesel politikasını “yönlendirme”, bunu kendi projelerine hizmet etmek için “kullanma” hakkına sahip olduğuna tamamen inanan, dizginsiz sağcı aşırılığın yükselişine de yol açtı.
Temas ettiğimiz ve etmeye devam ettiğimiz gibi ister Cumhuriyetçi ister Demokrat olsun Amerikan liderliğinin “niteliğinde” son on yıllarda yaşanan gerileme, İsrailli sağcı kesimin niyetlerini tereddüt etmeden ifade etmesini çok daha kolay hale getirdi. Bugün, Gazze felaketinde, bir zamanlar Knesset'te aşırı sağcılardan oluşan küçük parti gruplarından ibaret olanların, kendi siyasi programlarını İsrail hükümetine dayattıklarını görüyoruz. Hükümet ise, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin Amerikan “İsrail lobisini” memnun etmek için yarışacakları bir “seçim yılının” başlamasından güç alarak kendi siyasi programını Washington'a dayatıyor.
Washington dışında bile “İsrail lobileri”, Arap-İsrail çatışmasının “siyasi anlatısını” kendi beğenilerine göre yeniden inşa etmek için Gazze'deki 7 Ekim saldırısından faydalandı. Bunu yaparken de Batılıların yeni “anti-Semitizm” tanımından, İran'ın yayılmacı emellerinden, Avrupa'nın popülizme, göçmenlere, mültecilere ve genel olarak Müslümanlara yönelik düşmanlığa doğru korkunç bir şekilde kaymasından güç aldı.
Burada, bu “lobilerin” artık ABD, İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerde olduğu gibi solcu ve sağcı geleneksel iktidar partilerine sızmakla yetinmediklerini belirtmekte fayda var. Aksine, artık uzun süredir marjinal ve idealist kabul edilen ve sızma zahmetine değmediğini düşündükleri, “Yeşiller” gibi çevreci partilerin önderlik ettiği güçlere de sızıyorlar!
Bu olgunun mantıksal açıklaması, demokratik hesap verebilirlik ışığında bile liderliğin niteliğinde ve siyasi kurumların etiğinde yaşanan gerilemedir. Dahası aynı “lobi” hizmetleri, para ve etki yoluyla iki rakip alternatife (veya seçeneğe) nüfuz ettiğinde bu hesap verebilirlik bile işlemez oluyor.
İngiliz siyasetçi Lord Acton şunu söylememiş miydi: İktidar yozlaştırır, mutlak güç ise kesinlikle yozlaştırır.