Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Siyaset ve ekonomi: Demokrasi Mücadelesi (2)

Piyasa nasıl seçmen için bir rakibe, hatta ona hizmet etmek üzere tasarlanmışken ona hükmeden bir unsura dönüştü? Bu rekabetin Batı’da ve dışında demokrasi üzerindeki yansımaları nelerdir? Cevap, liberalizmin tarihsel kökenlerini ve geçirdiği dönüşümleri incelemek, ardından sorunları tanımlayıp ele almakta yatıyor. Tarihsel olarak liberalizm Avrupa kıtasında 19. yüzyılın başlarında siyasi bir eğilim olarak, özellikle İngiltere’deki Whigler adı verilen bir grubun eliyle ortaya çıkmıştır. Bu grup iki şey talep etmekteydi; düşünce özgürlüğü ve hoşgörü. Grup, toplumun gelişmesi ve kendisini çatışmalardan koruması için hiçbir bireyin veya grubun şu soruyu yanıtlayacak hakikate sahip olmadığını itiraf etmesi gerektiğine inanıyordu: En iyi yaşam sistemi nedir? Bu sorunun kendisi kilisenin otoritesine karşı bir meydan okuma sayılıyordu. Çünkü en iyi yaşamı belirleyen şey kiliseydi. Kim buna itiraz ederse, kiliseyle müttefik olan otorite tarafından cezalandırılırdı. Bu nedenle liberalizm iki önemli ilkeyi ortaya koyarak karşılık verdi: Hoşgörü ve toplumsal kireçlenmenin reddi. Hoşgörü, farklılıkları kabul etmek ve kendi fikrinizi başkalarına dayatmamak demektir. Bu, kiliseye ve onun müttefiki olan devlete karşı üstü kapalı bir saldırıyı temsil ediyordu. Öte yandan toplumsal kireçlenme, toplumsal unvanların toplumdaki konumunuzu belirlemesi ve bunun ötesinde size ekonomik güç sağlaması anlamına geliyordu. Bol miktarda paranız veya gayrimenkulünüz varsa, bu size farklı bir sosyal statü kazandırıyor ve mali dengenizi artırmak ve toplumsal konumunuzu güçlendirmek için size ek fırsatlar sağlıyordu. Bu yapı, egemen sınıfın (aristokrasinin) devamlılığını sağlamak için ekonomik ve sosyal yeteneklerini çocuklarına devretmesini ve parası olsa bile yabancıların içlerine girmemesini sağladı. Zira piyasa esas olarak ekonomik rekabetin üretimi geliştiren adil rekabete değil, egemen sınıfın kendi lehine dönmesini sağlayacak şekilde çizilmişti. Böylece ayrımcılık iyice pekiştirilmiş oldu: Tıpkı işçi ya da çalışan olarak doğduğunuzda öyle kalacağınız gibi, asilzade ya da lord olarak doğduysanız aynı statüde kalacaktınız.

Liberalizmin ortaya çıkışı başka faktörler tarafından da desteklendi. Bunlardan en önemlileri Avrupa’da yaşanan din savaşları (Otuz Yıl Savaşları) ve bunlara eşlik eden din reformlarıydı. Bu reformlardan en önemlisi, İncil’in tercüme edilerek, hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve din adamlarının aracılığı dışında Tanrı kelamını bilmeyen halk tabakaları arasında dağıtılmasıydı. Bu, birçok kişiye kilise tarafından temsil edilen dini yönlendirmeden bağımsız olarak okuma, düşünme ve kendi vicdanını hakem tayin etme fırsatı verdi. Belki de reformistlerden Luther ve Calvin, dini vicdana ve kişinin dini metinleri anlayarak bu vicdanı hakem kılması gerektiğine odaklanarak, istemeden de olsa liberalizmin yayılmasına katkıda bulunmuşlardır. Bu şekilde birey ile en azından yeryüzünde artık insanın kurtuluşunun tek belirleyicisi olmayan kilise arasında ciddi bir boşluk ortaya çıktı. Sınırları olup ulusal ya da dinsel bir anlayışa sahip ‘ulusal toprak’ devletinin kurulmasında din savaşları da rol oynamıştır. Katolik-Protestan çatışması kan göllerine ve Katolik azınlıkların Protestan çoğunluğun olduğu bölgelerden Katolik çoğunluğun olduğu diğer bölgelere hareket etmesine yol açtı. Aynı şeyi Protestanlar da yaptı. Böylece dünya üzerinde ulusal bir toprak parçası içerisinde daha homojen nüfus noktaları oluştu. Bu dönüşümün çözümü, bir toprak parçasını yöneten kişinin (prens) çoğunluk sınıfının mezhebinden olmasıydı. Bunu beğenmeyip başka bir mezhepten olan kişi, kendi mezhebinden bir prensin yönettiği bölgeye gitmeli ya da kalıp farklı dini çoğunluğun yönetimine razı olmalıydı. Bu dini ayrılığın aynı zamanda ekonomik bir gerekçesi de vardı. Çünkü Avrupalı ​​prensler arasındaki ticaret barış ve güvenlik olmasını gerektiriyordu. Bu ulusal toprakların varlığı onlara zenginlik sağladı ve mezhep çatışmasını sona erdirdi. Bu gelişme sayesinde ticaret ve meslek dünyasında alt sınıfların toplumsal basamaklarda yükselmesi ve önemli miktarda servet biriktirmesi normalleşti. Bu şekilde ekonomik olarak kendilerini engelleyen toplumsal kireçlenmeyi kırma hırsları oluştu. O zamanlar aristokrat sınıfların, alt sosyal sınıflardan başkalarıyla daha üstün bir şekilde rekabet etmesini sağlayan hukuki imtiyazlara sahip olması yaygındı. Bu durumdan şikayetçi olanlar, bu haksız ekonomik hukuki ayrıcalıkların kaldırılmasını talep ettiler ve böylece toplumsal sınıfı devirmek, ardından iktidarı paylaşmaya ve bunun mevzuatını hazırlamaya geçmek istediler.

Burada toplumun değiştiğini ve dolayısıyla fikirlerin ve sistemlerin de kaçınılmaz olarak değiştiğini görmekteyiz. Yani liberalizm, hoşgörü ve toplumsal kireçlenmeyi kırma ilkeleriyle yeni ve farklı bir toplumun kurulması için uygun bir zemin oluşturmuştur. Ayrıntılara girecek olursak, şunu belirtmekte fayda var ki, düşünür John Locke, hoşgörü üzerine yazdığı tezinde, toplumun istikrarı için özel alan ve kamusal alanın birbirinden ayrı tutulması gerektiğini söyleyerek liberal düşüncenin temelini ilk atanlardan biriydi. Locke’ye göre, düşünce ve inançla ilgili kişisel özgürlüklere ilişkin konularda devlet yani hükümet kişilerin özeline karışamaz; çünkü insan yaşam tarzını ve nasıl yaşayacağını seçmekte özgürdür. Hükümet, fayda sağlamak ve zarardan kaçınmak için herkesin katıldığı alan olan kamu işlerine çaba sarf etmelidir. Kişinin özel alanında olup bitenleri uygulaması güvenlik ve huzuru yani kamu düzenini tehdit etmedikçe devlet özel işlere müdahale edemez. Locke başka bir tezinde de hükümetin insanları mutlak otoriteyle yönetemeyeceğini, bunun yerine halkın rızasını alması gerektiğini ve halka müdahale etmemesi için de onların haklarını güvence altına alan yasal kısıtlamaların olması gerektiğini savundu. Bu, hükümetin öncelikli amacı mülkiyet hakkını, yaşam hakkını ve özgürlüğü korumak olan bir anayasaya bağlı olması gerektiği anlamına geliyordu. Bu haklar, kilise egemenliğinin ve herkes için eşitliğin sağlanması amacıyla toplumsal kireçlenme ilkesinin yıkılmasını temsil ediyordu. Bu eşitlik, devletin ekonomide tarafsız ve toplumda olumlu bir oyuncu olacağı özel bir rol oluşturmanın anahtarıydı. Böylece devlet, teorik olarak belirli bir dini ve sosyal sınıfa hizmet etmekten, toplumun tüm sınıflarına hizmet etme konumuna geçmiş ve kişisel haklara ve sosyal menfaatlere bağlılık göstermekle yükümlü olmuştur.

Devam edeceğiz...