“Avam Kamarası’ndaki bütün partilerin milletvekilleri, ülkeyi bölmekle meşgul bu düşüncesiz hükümeti kontrol altına almak için birleşmelidir.”
Bu sözler bir köşe yazarı ya da solcu bir aktiviste değil İngiltere’nin eski Muhafazakar Başbakanı John Major’a ait.
1990 yılının sonlarından 1997 yılının baharına kadar İngiltere’yi yöneten Major; halihazırda Muhafazakarlar adına ülkeyi yöneten ve kısa bir süre önce aralarında tarihi lider Winston Churchill’in torununun da olduğu bazı milletvekillerini ve eski bakanları meclis grubundan ihraç eden hükümetin, radikalizmi, uzlaşmazlığı ve popülist eğilimi ile ülkeyi bölmeye kendini kaptırmış olduğuna inanıyor.
Major hükümete yönelttiği eleştiriler bağlamında şunu da dile getirdi: “Ülkemizin şu anda olduğu kadar bölünmüş ve sıkıntılı bir dönem yaşadığını hatırlamıyorum. Bakanlar bizlere anlaşmayı (Brexit) sağlamak için çalıştıklarını söylüyorlar. Avrupalılar ise İngiliz hükümetinin hiçbir önemli öneride bulunmadığını söyleyerek bunu reddediyorlar. Başbakan bizlere, Avrupa ile bir anlaşma yapmayı umuduğunu söylüyor ama bununla ilgili temaslarda bulunmak için kendisini Brüksel’de göremiyoruz. Yüksek Mahkeme'nin parlamentoyu askıya alma kararının yasaya aykırı olduğu kararını oybirliğiyle kabul ettiği söyleniyor ama Başbakan Yüksek Mahkeme’nin hatalı ve kendisinin doğru olduğunu iddia ediyor. Bakanlar, İngiltere’nin her bölgesinde Brexit’in insanların yaşamlarına ne getireceği ile ilgili yanılsamalar sunmaya devam ediyor...”
Normal durumlarda ve kendisine saygısı olan demokrasilerde eski başbakanın bu eleştirilerine yanıt vermek bir haktır. Ancak muhafazakar, sağcı ve AB’den ayrılmaya oldukça istekli olan The Daily Telegraph ve The Daily Mail gazeteleri –ne ilginçtir ki- üçüncü dünya ülkelerinde medyanın rakip politikacıların güvenirliğini yok etmek için başvurduğu yönteme başvurarak Major’ın kendisinden önce başbakan ve Muhafazakar Parti’nin lideri olan Margaret Thatcher’a karşı komplo kurduğunu gündeme getirmenin tam zamanı olduğunu düşünmüş görünüyor.
İngiltere, “benimle olmayan bana karşıdır” ikilemini yaşayan tek ülke dğil. ABD’de siyasi hayatta büyük bir kutuplaşma yaratan Başkan Donald Trump’ın yönetimi altında bu durumu yaşıyor.
Trump, Cumhuriyetçi Parti’ye aşırı sağcı akımı dayatıp tamamının kendi safına çekmeyi başardı. Buna ilaveten karşı kıyıdaki Demokratların saflarına liberalliği ile övünenlerin yanı sıra sosyalist olmaları ile gurur duyan güçlerin de katılmasına yol açan ters bir akım doğurdu.
Böylece, bu korkunç kutuplaşmanın ortasında bütün engeller düştü. Destekçileri ve aşırı sağcılar, sözde Rusya’nın ABD seçimlerine müdahale ettiği ve güvenliğini ihlal ettiği meselesi ve Trump'ın Ukraynalı mevkidaşından seçimlerdeki Demokrat rakibi Joe Biden'ın oğlu hakkındaki yolsuzluk iddialarına yeniden bakılmasını istediği iddiasında olduğu gibi sürekli bir şekilde Trump’ın yaptığı her şeyi haklı göstermeye çalışıyorlar.
Buna karşılık Demokratlar da Ukrayna skandalının ardından başkan ile birlikte yaşamalarının artık imkansız olduğuna karar vermiş görünüyorlar. Nitekim Başkan Trump'ın ABD başkanlığından azli için yasal süreci başlattılar.
Avrupa’ya dönecek olursak Avusturya’da yapılan kamuoyu araştırmaları, eski Avusturya Şansölyesi ve Muhafazakar Halk Partisi’nin lideri genç Sebastian Kurz’un, bir seçim zaferi elde etmeye doğru ilerlediğini ortaya çıkardı. Birçok kişi, muhafazakar ve aşırı sağcılar arasındaki bir önceki koalisyon deneyimi başarısız olsa da Kruz’un elde edeceği zaferin, aşırı sağcı Özgürlük Partisi ile yeni bir anlaşma yapmasının muhtemel olduğunu düşünüyor.
Asıl önemli olan nokta; Kurz ve partisinin aşırı sağcılar ile ilişkilerinin, Avrupa’da aşırılık yanlılarının Faşizm ve Nazizm’in yenilmesinin ardından çekildikleri tecrit ve inziva köşelerinin karanlığından çıkmalarını sağlayan genel bir durum haline gelmeye başlamış olmasıdır. Ayrıca Avrupa kıtasındaki demokrasilerde siyasi hayatın merkezinde temel bir oyuncu olarak kendilerini dayatmaya da başladılar. Bu durum özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra ortaya çıktı. Kurz ve Avusturya’daki aşırılık yanlılarını rehabilite etme coşkusundan önce İtalya’da aşırılık yanlısı güçlerin “balayı”na tanıklık ettik. Halihazırda İtalya, Matteo Salvini liderliğindeki aşırı sağcılar ile 5 Yıldız Hareketi protestocularından oluşan bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyor. Fransa’da da aşırı sağcıların büyük bir rakip haline geldiğini unutmamalıyız. Almanya ve birçok ülkede aşırı sağcı partiler yükselişe geçti. Hatta Macaristan ve Polonya’da iktidar partisi oldular.
Buna ek olarak; son Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde İngiltere’ye sandalyelerin çoğunu ele geçirdiler. Avrupa kıtasının dışında ABD’nin yanı sıra dünyanın en büyük 2 demokrasisi olan Hindistan ve Brezilya’da da aşırı sağcılar iktidarda.
İslam dünyasında ise aşırı sağcılık din örtüsü altında Türkiye ve İran’ı yönetiyor.
Bu durumu nasıl okumalı ve yorumlamalıyız?
Şu anda bir kavram ve kanılar krizi yaşadığımızı düşünüyorum.
Üçüncü dünya ülkelerinde doğan ve yaşayan insanlar olarak endişeliyiz. Bu endişemizin nedeni, bıraktığımız yaralı vatanların onlara özlem duyarak yetiştiğimiz Batılı değer ve ideallere halen çok uzak olmaları değil. Bilakis vatanlarımızın sorunlarından kaçarak sığındığımız alternatif vatanlarımızın bu ideallere karşı sessiz ve hızlı bir darbeye tanık olmasıdır.
Evet, asıl vatanlarımız için hayalini kurduğumuz Batılı demokrasi hayali gözlerimizin önünde yavaş yavaş bir yanılsamaya dönüşüyor.
Marjinalliği, dışlamayı ve ayrımcılığı engelleyen geniş uzlaşıcı kültür korkunç bir hızla yok olarak siyasi alanı aşırılık yanlıları, ırkçıları, maceracıları ve yolsuzları ile popülistlerin yağmasına bırakıyor.
Demokrasi kelimesi içinde barıdırdığı programlar ve kurumlar, iktidar değişimi ve ötekini kabul etme anlamları ile düşmanlık ve kibir bayraklarının, farklı olan her şeyden nefret etme söylemlerinin yükselişi karşısında yavaş yavaş kayboluyor. Üstüne üstlük bütün bunlar demokrasi adına yapılıyor.
Yeni despot ve zorbalar, insanlara yalanlar satıp onları –sözde demokrasi adına- yalnızca popülist tutumları ve aldatıcı politikalarının yalancı şahitlerine dönüştürmediler. Aynı zamanda seçimlerini akla hitap eden, sorunları gerçekler ve rakamlar temelinde açıklayan ikna edici siyasi programlar yerine baskı ya da kışkırtılmış içgüdülerine göre yapan, akıl ve iradelerine el konulmuş araçlara da dönüştürdüler.
Dolayısıyla biz, gerçek bir olgu ile karşı karşıyayız. Bu olguya artık geçici muhalif sesler ya da seçmenlerin geleneksel partilerden bıkması gibi gerekçelerle açıklamaya çalışmamız mümkün değil.
Bu gerçekten de farklı, belki de zehiri ile ölmediği sürece devam edecek ve büyüyecek bir siyasi kültür. Birçoklarının belirttiği ve yinelediği gibi bu olguyu ortaya çıkaran 2 itici güç var.
Birincisi; teknolojik gelişim ve insan emeğine olan ihtiyacı azaltacak dolayısıyla da işsizliği arttıracak olan yapay zeka.
İkincisi; teorik olarak rekabete, sermayenn özgür dolaşımına, hizmet ve emeğe dayanan kapitalizmin yapısal dengesizliğini ortaya çıkaran küreselleşmenin yayılması.
Bu 2 güç, hem sağ hem de solda popülizm, ırkçılık ve radikalizm salgınını uykusundan uyandırdı. Şimdi de bu salgınlar dünyayı sarıyorlar.
TT
Radikalizm döneminde demokrasinin alternatifi: Popülizm
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة