Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Geleneksel bakış açısı ve dini reformla ilişkisi

Kuveyt'te 1974 yılında düzenlenen Arap Düşünürler Konferansı’ndan bu yana, dini ve kültürel geleneğin, ilerleme ve modernite önünde bir engel teşkil ettiği algısı Arap dünyasında yaygınlık kazandı. Hatta demokrasi ve politik açılımın önündeki en büyük engelin gelenek olduğu savunuldu. Araplarda ‘geleneğe’ karşı iki yaklaşım ön plana çıktı.
Sosyalistlerin yaklaşımı: geleneğin iki yüzünün olduğu yönündeydi: olumlu yönünü, Farabi, İbni Rüşd, Karmatiler, Mutezile ve özellikle Cahız temsil ediyordu. Avamın zihniyetinde de yansımalarını bulan olumsuz yönünü ise; Şafii, Gazali ve genel olarak Ehli Sünnet âlimleri temsil ediyordu.
Diğer yaklaşım Muhammed Abid Cabiri ve Muhammed Arkoun’un ‘tarihselci’ yaklaşımıydı. Arap aydınlarının büyük çoğunluğu, geleneğin çözümlenerek ‘zihniyetin ve gerçekliğin’ gelenekten kurtarılmasını hedefleyen bu yaklaşımı benimsedi. Bu yaklaşım ‘modern’ görünümüne rağmen şüpheliydi (Çünkü etkilendikleri Michel Foucault ve Gaston Bachelard’ın yaklaşımı yüzeyseldi). Gerçek; bu yaklaşımın, 18. Yüzyılda batı dünyasında ‘Ortaçağ Karanlığı’ hakkında yaygınlık kazanan kanaat ve tezlere dayanıyor olmasıdır. Bu tezlere göre Avrupa Ortaçağ’da (Katoliklik ve feodalizm dolayısıyla) tamamen karanlık bir evreden geçilmişti.
Batılılar ‘aydınlık çağından’ önce diğer medeniyetleri de bu Ortaçağ algısına eklemlediler. 19. Yüzyıl boyunca oryantalistler ve medeniyet bilimciler kendileri için uygun gördüklerini bizim için de uygun görme eğilimi sergilediler. Bin yıllık karanlık evreden çıkış için çözümü, dini-kültürel-toplumsal mirasın reddi olarak gösterdiler. Böylelikle modern-ilerici devletlerini oluşturabildikleri algısını yerleştirdiler.
Kimlik adına bir şeyler yapmak kaçınılmazsa, varsın o da Avrupalıların yöntemiyle olsundu. Avrupalılar kimlikleri için Yunan ve Roma geleneğini kaynak göstermeyi tercih ettiler. İlerlemecilerimiz, kimlik tanımını ilk dönem selefine dayandırılmasının önüne geçilmesi adına, bizim için hicri dördüncü, miladi 11. Yüzyılı uygun gördüler. Bilindiği üzere o dönemlerde Yunanlılardan çeviriler artmış, buna ek olarak maddi ilerlemenin ve Müslümanlar ile Hristiyan ve Yahudilerin bir arada yaşamasının bir örneği olarak da Endülüs medeniyeti izhar olmuştu. Muhammed Arkoun’un 4. Yüzyıla tutunması, Cabiri’nin Aristo akılcılığına, İbni Rüşd ve Endülüslülerdeki ‘delil kültürüne’ ve son olarak Fas ilerlemeciliğine olan tutkusu da bu minvalde değerlendirilebilir.
Ancak modernist entelektüellerimiz ve bazı modernist İslamcılar, ‘çöküş tezini’ benimseyip, ‘çıkış yolları’ üzerine kafa yorarken, Fransa’daki Annales ekolü (Annales dergisine atfen), Avrupa’nın Ortaçağ kaynaklarını irdeliyordu. Ya da aydınlanmacıların tabiriyle ‘çöküş yıllarını’ dikkatle inceliyordular. Yüzlerce kitap ve binlerce belgenin incelenmesinin ardından, Annales ekolü, 1970’li yıllarda, Ortaçağın düşünüldüğü gibi ‘karanlık bir çağ’ olmadığına kanaat getirdi. Avrupa aydınlanmasının bu gelenek üzerinde gerçekleşebildiğini savundular. Medeniyetler arasındaki zaman dilimlerinin ayrıştırıcı değil bağdaştırıcı ve aşılayıcı olduğunu vurguladılar.
Avrupalıların din ve gelenek hakkındaki bu çalışmaları, bazı oryantalistlerin İslam medeniyeti hakkındaki çalışmalarına yansıdı. Müslümanların, matematik, astronomi, fizik, kimya, mühendislik, mekanik ve tıp alanlarında geç dönemlere kadar (17 ve 18. Yüzyıla kadar) ilerleme göstermiş olması, gelenek suçlamalarına şüpheyle yaklaşılmasına neden oldu.
Medeniyetlerin devamlılığı, aralarındaki nedensellik ilişkisi ve aşılayıcı pozisyonuna yönelik tezler, tekrar önem kazandı.
Böylece bazı oryantalistler ve medeniyet uzmanları, peygamberimizle Kuran-ı Kerim ve İslam tarihi arasına bile mesafe koyan modernistlere yanıt verebildiler. Bu oryantalistlere göre:  (sayıca oldukça fazladırlar, başlarında da 'İslam Ortaçağı neden yoktu?' kitabının yazarı Thomas Bauer gelmektedir.) klasik mimari, bilimsel, kültürel ve tarımsal gelenekler, Hint ve Çin medeniyetleri, İslam medeniyetinde iç içe geçerek devam etti.  İslam medeniyeti (dini düşüncesi dâhil), içinde birçok ekolü barındıran, çok yönlü, geniş üretimli ve derin ruha sahip büyük bir ağdır. Faaliyetleri ve üretimleri ise batının baskısının ağırlığı altında ancak 18. Yüzyılda düşüş göstermiştir.
Tabii ki, şizofren Araplar ya da kendi kültürlerine yabancılaşmış insanlar bu gerçekleri biliyordu ancak tam olarak mahiyetini kavrayamamışlardı, ya da ne onlar ne de gelenek savunucuları şimdiye olan etkisinin farkında değildiler. Yoksa Dr. Cabir Asfur kendisi Mısır Yüksek Kültür Kurulu’nun başındayken çevrilen Dr. Peter Gran'in ‘Kapitalizmin İslami Kökenleri’ kitabının içeriğini hatırlıyor olmalıydı. Bu kitapta sömürgecilik ile ‘çöküş’ arasındaki ilişkiye dair ilginç tespitler bulunmaktadır.
Gelenekçi bakış ne önermektedir? Ya da toplumun bilincinde, düşüncesinde ve yazınsal faaliyetlerinde nasıl bir etki bırakmalı? Tarihi toplumlar ve kültürler, 19. Yüzyılda Müslümanların karşılaştığı gibi ciddi zorluklarla karşı karşıya geldiğinde, tepkileri farklılık arz eder. Bazıları yaşamlarında tamamen dinlerine ve kültürlerine tutunur, bazıları ise din ve kültürün çağa uygun olmadığını ve başarısızlığın kaynağı olduğunu düşünerek, inkâra yönelir. Üçüncü bir grup ise bu ikisi arasında bir yol tercih eder. Bu son grup, gerçekliği kavramak ve çağın taleplerine yanıt vermekte diğerlerine kıyasla daha başarılı olur.  Dördüncü bir grup ise radikal eğilimler gösterebilir, kendi kültürüne ve inancına tehdit olarak algıladığı taraflara karşı intikamcı bir tutum takınır. Bu taife çoğu zaman kendi inançlarına ve kendi kültürünün mensuplarına, düşman olarak algıladığı taraflara verdiğinden daha çok zarar verir.
Hindistan’daki bazı İslami ekoller de, yaşadıkları ülkenin artık Dar el-İslam olmadığını varsaydıklarında bu hataya düşmüştür. Bu ekoller Müslümanlardan Hindistan’dan göç etmelerini istemiştir. Sudan’daki Mehdi Hareketi de aynı yanılgıya düşmüştür. Daha sonraları El-Kaide ve DEAŞ da aynı tutumu sergilemiştir. Siyasal İslamcı akımlar da benzer hataları hala sürdürmektedir.
Gelenekçilik demek, geleneği tamamen birebir uygulamak demek değildir. Geleneğin bir kültüre dönüştürülmesi, zaman ve mekân içinde değerlendiren okumalar yapıp, lanet ya da takdise başvurmadan uygulanmasıdır. Kültür, dini düşünceyi ve dolayısıyla kelam, fıkıh, tefsir, hadis, simgesel ve sembolik yönlerini de kapsar.  Dini kültür dâhil olmak üzere, tüm kültürel alanlarda yeni okumalara ihtiyacımız olduğu açıktır. Bazılarının yoğun saldırılarına rağmen Eş’ariliği düşündüğümüzde, Allah azze ve cel’in rahmetine dair güvenimiz artar, insanlara güvenimiz de pekişir.  Küfre girmekten ya da tekfir etmekten kaçınırız. Birbirimize ya da ötekilere şiddet uygulamaya ya da öldürmeye asla kalkışmayız. İnsanlığımız, şeriatın maksatları ve Kuran-ı Kerim’in ‘tanışma felsefesi’ ve insanlığın kardeşliği ilkesi üzerine kaimdir.
Ancak tabi ki de Allah’ın kullarının fiillerini yaratması, (zira sorumluluk özgürlükle mümkündür) şer-i takbih ve tahsin gibi meseleler artık geçerli olmamalıdır. Bu seçkici bir tutum mudur? Fıkıhçıların ıstılahıyla ‘telfik’ midir? Bana göre İslam ruhunun yeni bir anlayışla yorumlanmasıdır.
Ben kültürün geleneksel kaynaklarını eskiden beri dikkatle incelerim. Geleneği eskiden de severdim şimdi de seviyorum. Gazali’yi, Eş’ariyi, Taberi’yi, İbni Teymiye, İbni Arabi ve Mütenebbi’yi aralarındaki tüm ihtilaflara rağmen sevmeyi sürdüreceğim. Yoksa nasıl Arap ve Müslüman olabilirim. Bizler, yani Müslümanlar ve Araplar, geçtiğimiz çağda din, dünya ve devlet konularında zorlu süreçler yaşadık. Devleti nasıl yenilememiz gerekiyorsa, aynı şekilde dinde de yeni okumalar yapmak zorundayız.