Abdulaziz Tantik
TT

Geç kalmışlık…

Geç kalmışlık, bir duygusal sarmal ve kişinin düşünüşünü ve algılayışını derinden etkileyerek akıntıya kapılmasını sağlayan bir psikolojik haldir. Geç kalmanın telaşı ile sürekli hızlı hareket etme arzusu yüzünden eli ayağı birbirine dolaşarak sürekli yeni acemilikler yaparak etrafına komik görüntüler sunar ve gülüşmelere neden olur. Bu durum, algıda ve duyguda bir ikircikli durum oluşturur ve kişiyi olumsuz etkiler.
Geç kalmışlık sadece psikolojik bir sorun değil tabi, sosyolojik bir soruna da dönüşür. Eğer geç kalmışlık, kişisel durumdan toplumsal olguya yönelmişse bu artık sosyolojik bir durumu gösterir. Toplumsal zemindeki geç kalmışlık ise, komikliği aşan, güdülenmeyi beraberinde taşıyan bir özelliği hayata geçirir.
Böylece o toplum, kendi dışından kendisine dikte edilen duruma uyar hale gelirken bunu bir başarı olarak kabullenir. Yani o toplum, kendisine dikte edilen şeyi bizzat kendi isteği olarak kabullenir ve büyük bir özveri ile gerçekleşmesi için çalışır. Buna karşı çıkanları ise ihanet ile suçlamayı da ihmal etmez. Çünkü o hedefe ulaşmak çok önemli ve kurtuluşu sağlayacak şey olarak görülür.
Geç kalmışlık bir sosyolojik durumdan düşünsel duruma da ilerler. Sosyolojik olarak geç kalınmışlık hissiyatı güçlendikçe o hissiyatı besleyecek fikirlere de ihtiyaç hâsıl olur. Bu fikirler önce tekil şahsiyetlere belli çıkarlar çerçevesinde verili sunulur. Onlar tarafından başka fertlere aktarılır. Sonra bu genel bir yargıya dönüştürülür. Ve böylece hem psikolojik vasatta, hem sosyolojik vasatta ve hem de düşünsel vasatta kalıcı izler bırakmaya başlar. Hatta başka türlü düşünmeyi imkânsız kılan bir zeminin varlığı kendisini dayatır.
Meseleyi bu zeminde yeniden düşünmeye ihtiyacımız her zamankinden fazladır. Bu temel gerçeği hesaba katarak yol yürümeyi itiyat haline dönüştürmeliyiz. Şimdi son yüz yılın muhasebesini yapmaya başlayalım:
Suni olarak ilk üretilen şey ulusçuluk oldu. Osmanlı’nın çözülüşünde en önemli unsur olarak öne çıkartılan ve dağılmayı sağlayan şey ulusçuluk belası oldu. Önce Balkanlarda sonra Ortadoğu ve diğer bölgelerde ayrışma derinleştirildi. Böylece ulus devletler dönemi başladı ve İslam birliği hayale dönüştürüldü. Bu ulusçuluk aynı zamanda dinin yerleşik hayattaki etkisini kırma adına ulusçuluğu kimliğe dönüştürme arayışlarında İslam öncesi kültürlere müracaat edildi. Ve ulusçuluk, İslam’dan uzaklaştırmaya dönüştürüldü. Bu olgu siyasal çözülmeyi beraberinde taşıdı. Sadece siyasal bir çözülme değil dini düşüncenin geriletilmesi ve dinden uzaklaşmayı sağlayacak bir düşünsel, toplumsal ve psikolojik vasatı da işaret eder. İslam coğrafyasının her karesinde başlatılan sekülerleşme bu ulusçuluk olgusu ile birlikte yerleşik hale geldi.
Ulusçuluk üstten aşağı doğru bir değişimi belirginleştirerek devam etti. Eğitim ve ilişkilerdeki sekülerleşme ahlaki yapının da sekülerleşmesini besledi. Böylece müslüman toplumsallığında meydana gelen değişim, psikolojiden sosyolojiye, düşünceden ahlaki zemine kadar etkisini sürdürdü. Bir mesele olarak önümüzde durmakta olan bu olguya rağmen halen, tartışma zeminlerine bakıldığında bu etkinin devam ettiğini gözlemek insanı derinden yaralıyor.
Bugün, kendi gündemlerimize baktığımız zaman, kendi sorunlarımız çerçevesinde bir tartışmayı mı yürütüyoruz, yoksa bize dayatılmış gündemlerin esareti altında o gündemin ateşli bir savunucusu olarak mı katkıda bulunuyoruz?
Gündemlerimize bakalım; Osmanlı son devrinde, çözülüş devam ederken, pozitivist yaklaşım öne çıkartılırken, bilim ve felsefe arayışı öne çıkmıştı. İslamcılarımızda da batının tekniğini alma arzusu kaçınılmaz bir duygu olarak kendisini hissettiriyordu. Bugün ise hem tekniği hem de seküler etiğin savunusu açık bir şekilde yapılmaya devam etmektedir.
Cumhuriyet ile birlikte seküler hayat iktidar alanından toplumsal alana yönelikti. Bugün sekülerleşme ise toplumsallığın kendi zeminine kadar indiği gibi bireysel psikolojiyi etkisi altına almıştır. Gündemdeki tartışma konularına bakıldığı zaman bu seküler kültürün etkisini gözlemleme imkânı bulunur.
Müslümanların ilk tartışmaya açtıkları şey; İslam tarihini gözden çıkarmak ve geleneğe dair olumsuz yaklaşımı bir düşünce olarak kararlı bir şekilde savunmak oldu. Süreç içinde hadis eleştirisi olarak başlayan süreç, Kur’an’ın anlaşılması eleştirisine yöneltildi. Yeni arayışlar, yeni bakışlar ve yönelimler, kendisine Kur’an ayetlerinden dayanaklar bulma arayışına başladı.
Bu konudaki tartışmalar, seviye atlayarak sürekli gelişme dinamiklerine sahip oldu. Seksenli yıllarda mealcilik olarak başlayan akım, bugün rasyonel akliliğin öne çıkardığı argümanlar ile Kur’an ayetlerini keyfi yorumlama çabalarına bıraktı. Artık, dinin belirlediği bir görüş üzerinden diğer alanları belirlemek yerine felsefi bakışın ilkeleri üzerinden dini indirgeyerek algılama düzeyine çıkıldı.
Ulusçuluk imparatorluğu çözerken, bugün ise ulus devletlerin çözülüşüne yönelik bir ivme kazandı. Kürt ulusalcılığı üzerinden bugün Irak, Suriye bölünmüş hale getirilirken, İran ve Türkiye üzerine de bir baskı aracı olarak dayatılmaktadır. Sadece Kürt ulusalcılığı değil, Türk ulusalcılığı ile de Müslüman ümmet arasında ayrımlar meydana getirilirken, buna alet edilen, Arap, Fars veya benzeri etnik göndermeler ümmeti bir daha toparlanamayacak bir düzeye getirdi.
Benzer bir olgu düşünce zemininde de karşılık buldu. Altmışlı yıllarda İslamcılık ulusçuluğu aşarak geniş bir zemine ulaştı. Fakat son on yılın hâsılası olarak her yerde İslamcılık, ulusçuluk ve ulusçuluğa dayalı batılılaşma serüveni -ki bunun saç ayakları, felsefe ve bilimdir-, parçalanmaya başlandı.
Türk, Kürt milliyetçileri İslamcılıktan farklılaştılar. Yeni tezler öne çıkarmaya başladılar. Bu durum üniversitelerde de öne çıkmaya başladı. İki binlere kadar, laikliği kesin bir dille reddeden Müslümanlar, yeni zamanlarda neredeyse tek kurtarıcı bir misyon olarak görmeye başladılar. Açık bir dille kamuya açık yerde laikliği savunur oldular. Örneğin, iktidarda olan muhafazakâr kesimlerin Atatürk güzellemeleri de buna dair bir kanıt olarak öne çıkarılabilir.
Özellikle okumuş kesimdeki felsefe ve akıl vurgusunun son dönemde öne çıkartılmasının da bir açıklaması kaçınılmazdır. Yaklaşık iki yüz yıldır. Batı düşüncesindeki gelişim dinamikleri dikkatle incelendiğinde çok hızlı bir değişim geçirdiği bilinmektedir.
Hatta son on yıla bakıldığında batı düşüncesi kendi içinde çok ciddi bir evrilme yaşamaktadır. Gerçekliğin yerine post truth, hümanizmin yerine post hümanizm gibi temel kavramsal değişimlere yönelmektedir. Gerçek üstücülük insan ötesi ve dijital dünya yeni konular olarak öne çıkmaktadır. Ama Müslüman akademisyenlerde koyu bir akılcılık hümanist yaklaşımlar ciddi bir geç kalmışlığı işaret etmektedir.
Çok güçlü bir geç kalmışlık sendromu, bugün düşünce, toplumsal yaşam ve psikolojik vasatı kuşatmış durumdadır. Bu nevrotik durumun aklı istilaya uğratmasının sonuçlarını gözlemlemeye devam ediyoruz. Dünyayı yaşama arzusu, isteklerin karşılanması tutkusu Müslüman bireyi çok derinden etkileyerek değişimini başlatmıştır. Kendi değerini görememenin ezikliği içinde başkası tarafından değer görmeyi arzulamanın dayanılmaz cazibesi ile çürümeyi kalıcı hale dönüştürüyor.
İki noktadan çürüme başladı: ilki içerden İslami düşüncenin uzağına düşme ve yanlış yaklaşımlar üzerinden meseleye dahil olma çabası. İkincisi ise dışarıdan özellikle müsteşriklerin dikte ettikleri kavramlar üzerinden dinin içeriden dönüştürülme çabaları…
Bu her iki nokta da Müslüman zihni iğdiş etti. Müslüman zihin yozlaşınca neyi ele alırsa alsın, bu yozlaşmanın izi görülmeye devam etti. Sosyal medya, akademya ve entelektüel hafıza üzerine ciddi bir baskı oluşturdu.
Şimdi bir okur olarak gördüğüm şey bu geç kalmışlık duygusunun toplumsallaşması ve entelektüel dünyayı da kuşatmasıdır. Geç kalmışlık hissi üzerinden güçlü bir akıl vurgusu neredeyse istisnasız hale dönüştürüldü. Felsefe vurgusu, batı düşüncesi vurgusu çok fazla güçlü halde ve yaygınlık kazandı. Tam tersi bir durum olarak Müslüman düşünceye vurgu ve sahicilik arayışları ise hem sert eleştirilere ve hem de küçümseyici bir tavra neden olmaktadır.
Sekülerliğin duvara tosladığı ve yeni -izmlerin dile getirildiği bir zeminde dinden uzaklaşma ve sekülerlik vurgusu tam bir geç kalmışlık sendromudur. Batı felsefesinin kesinliği ve kaçınılmazlığı vurgusu da bir geç kalmışlık sendromudur. İslam düşüncesinin yetersizliği ve bugünün sorunlarına çözüm bulamayacağı tezi de bu geç kalmışlık sendromunun etkisinde oluşan bir yaklaşımdır. Bu durum çoğaltılabilir. Laiklikten sekülerliğin güzellemesine yönelmek, İslam dininin herhangi bir din gibi algılanmasına kadar geç kalmışlığın kendisini dayatan öznelliği görülebilir.
Bir çıkış arayışının başlangıç noktası ise bu geç kalmışlık sendromunu keşfetmek ve ondan kurtulmanın imkânını bulmakta yatar. Çözümün kapısını aralayacak olan kendi sahici geleneğine ve usul bilgisine sahip olup sahici bir düşünceye ulaşmaktır. Kendi öz güvenine sahip olup iman etmenin en büyük imkân olduğu bilincinin dışa vurumunu sağlayarak hakikatin reel ve bilimsel verilerle sınırlı olmayacağını, bilakis, bu sınırlılığın hakikate zarar verdiğini yüksek sesle dile getirmek ve bu dünyanın geçici tabiatının gözlere sokulacak kadar yakınlaştırılması elzemdir.
Ayetin işaret ettiği gibi bugün Müslümanlar ‘yeniden iman’ etmeyi göze alacaklar ve bu imanın yeni diriliğinde kendilerine olan inançlarını güçlendirerek yeniden din ve dini düşünce ile bağ kurarak, bir kurtuluş umudu olmaya aday olmalıdırlar.