Zuheyr el-Harisi
TT

Batı ve insan hakları: Bitmeyen öykü

Batı sisteminin yapısının, özellikle de denge ve ayrım açısından dikkate değer olduğunu kimse inkâr etmez. Bununla kurumsal sistemin doğasını, yetkili organların bağımsızlığı, şeffaflık ve açıklık eğilimini kastediyorum. Ancak bu, onun mutlak hakikate sahip olduğu veya başkalarının üzerinde vesayet hakkını elinde bulundurduğu anlamına gelmiyor. Ayrıca bu ayrıcalık ona asla üstünlük duygusu vermemelidir ve özellikle de hukuk ve medya açısından şovenist bir tutuma sürüklememelidir.
Adalet, tarih boyunca ve ilkel toplumlardan bu yana toplumsal bilinç üzerinde baskın bir unsur olmuştur. Batı felsefesinin bu alanda entelektüel kıvılcımları vardır. Buradaki amacımız da bu algının kapsamını genişletmektir. İnsanın eylemi genellikle, filozof Kant’ın da ortaya koyduğu üzere, aklından kaynaklanır. Kant, ahlaki yasanın anlamını, ödevin dayattığı ve sosyal iyiliğin elde edildiği iyi niyet kavramıyla ilişkilendirdi. Toplum Sözleşmesi’nin sahibi Rousseau, aklın (siyaset) ve vicdanın (ahlâk) döllenmesiyle hukukun (sözleşmenin) meydana geldiğini söyledi. Bu, Herbert Spencer'in de ifadesiyle ahlaki davranışın, hayatın gelişimini temin ettiği anlamına gelir.
Örneğin Londra'dan yayın yapan BBC, uzun bir geçmişe, saygıya ve profesyonelliğe sahiptir. Ancak benim şahsi görüşüme göre, özellikle de Arap alemi söz konusu olduğunda profesyonel anlamda birtakım kusurları vardır. BBC’nin tarafsızlığa daha yakın olduğunu düşünürdük ama kimi zaman yayınladığı şeylerle bizi şaşırtıyor ve belirli tarafların ya da eğilimlerin güdümüne giriyor. Profesyonel olmayan ve siyasi veya ideolojik bir gündeme hizmet eden programlar ya da konular bunun delilidir. Ayrıca insan hakları konusunda gösterilen seçiciliği de bu bağlamda değerlendirmemiz mümkün.
İnsan hakları kavramının günümüzde yeni bir meşruiyet kaynağı olduğuna şüphe yok. Hatta bu realist geleneksel okulun uluslararası ilişkiler hakkındaki fikirlerine bir meydan okumadır. Zira bu anlayış ile birlikte devlet ve devletin görevlerine dair kavrayışta değişiklikler meydana geldi ve uluslararası kontrol kaçınılmaz bir unsura dönüştü. İnsan haklarının korunması bundan önce bir slogandan ibaret iken artık bir gerçeğe dönüştü.
Bana göre ilkeler, değerler ve güzel şeyler, parlak bir çehreye sahip olan tasavvurlar, algılar ve davranışlardır. Ayrıca mevcut hayatımız açısından oldukça değerlidirler. Ancak başka bir şeye dönüştüklerini görüyoruz ya da dilerseniz çirkin yüzünün açığa çıktığını söyleyebilirsiniz. Zira basından anladığım kadarıyla, kamuya sunulan herhangi bir meselede her iki tarafın görüşlerine yer verilmesi ve her iki tarafa da açıklama ve yanıt verme fırsatı verilmesi gerektiğidir. Ancak, meselenin bir tarafın gündemine hizmet etmesi durumunda artık karşımızda basın ilkelerine karşıt olan ayrımcılık, kasıtlı suiistimal, saldırı ve çarpıtma vardır.
Mütevazı insan hakları alanındaki deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, daha önce İnsan Hakları Komisyonu üyesi olarak çalıştım, Suudi Arabistan’da ilk resmî sözcü olarak seçildim ve Şûra Meclisi’nde yıllarca İnsan Hakları Komitesi bünyesinde çalıştım. Bu alanda pek çok şey yazdım, periyodik raporlarını hazırlarken ilkelerinden sapmayan, saygın ve güvenilir insan örgütlerinin olduğunu gördüm. Bununla birlikte, raporu hazırlayanın eğilimleri ve içindeki her şeyin doğru olduğunu iddia etmesi nedeniyle bazen profesyonellikten sapılmaktadır. Sorun tam olarak burada yatmaktadır. Çünkü bu, kurumun güvenilirliğine de yansımaktadır.
Şu veya bu kişinin şahsi tutumlarının raporların içeriği ve hazırlanması üzerinde açık bir etkisi bulunmaktadır. Bu kişi kendi şahsi eğilimleri doğrultusunda raporu şişirebilir ve abartılı bir hale getirebilir. Oysa bu tür raporların yayınlanması sürecinde etkin olan saygın kuruluşlarda belirli mekanizmalar işletilmektedir. Buna rağmen bazı kurumlar, şu veya bu ülkenin itibarını sarsmak için insan hakları raporlarını kullanmaya devam ediyorlar.
ABD, İngiltere ve diğer büyük ülkelerin dışişleri bakanlıkları tarafından yayınlanan yıllık insan hakları raporlarının hepsi olmasa da çoğu siyasallaştırılmıştır. Bu raporlara siyasetin nasıl nüfuz ettiğine ve raporun ülkenin siyasi gündemine nasıl uyarlandığına baktığımız zaman bunu açıkça görüyoruz. Nitekim bu raporlar belirli hedefler için kullanılıyor ve bu yolla yapılan propaganda ile -yasadışı bile olsa- çıkarlarını gerçekleştirmek için şu veya bu ülkeye baskılar uygulanıyor.
İnsan hakları kartı istismar ediliyor ve Suudi Arabistan, bu tür bir muamelenin canlı bir örneği olarak karşımızda duruyor. Siyasi kazanımlar elde etmek için uydurma insan hakları dosyaları ile Suudi Arabistan'ı hedef alan taraflar ve devletler var. Ancak dikkat çekici olan, Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın modernizasyon projesinin, onların sürekli tekrarladıkları sloganları ve sözleri boşa çıkarmış olmasıdır. Çünkü artık söyleyecekleri hiçbir şey yoktu. Veliaht Prens'in reform kararları, onların taleplerinden, beklentilerinden ve hayallerinden daha büyüktü.
Bazı Batılı ülkelerin ayrımcılık ve çifte standart gibi uygulamalarında kendini açığa vuran bazı yöntemleri ile evrensel insan hakları kavramları arasında bir paradoks var. Bu paradoks, ‘insan haklarını’ kendi ülkelerinde sürekli ön planda tutarken, diğer ülkeler söz konusu olduğunda bunu görmezden gelmelerinde kendini gösteriyor. Daha önce de belirttiğim üzere hakların kültürüne saygı duymakla ilgili temel hususlardan biri, Batı'nın hak ihlali olarak gördüğü bir şeyin başka bir toplum veya Müslümanlar tarafından kültürün ve inancın özü olarak görülebileceğidir. Buna örnek olarak İslam'da ve Batı'da idam cezasının uygulanması verilebilir.
Batı, Avrupa ülkelerindeki Müslüman halkların veya azınlıkların hakları söz konusu olduğunda farklı bir dil konuşuyor. Batı'nın sorunu, çıkarları ile değerler arasında çatışmaya girdiği zaman gün yüzüne çıkıyor. Bu nedenle bazıları, insan haklarının evrenselliğine bağlılığın ve halkların hususiyetine saygının, bu bariz çelişkiyle yüzleşmeyi gerektiren bir unsur olduğunu söylüyor.