Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

İran gerçekten nükleer anlaşmaya dönmek istiyor mu? 

Ukrayna krizi, uluslararası siyasette ekonomik ve siyasi düzeyde yeni yollar açtı. Ukrayna savaşı, makalenin başlığında yer alan soruya olumsuz yanıt verilmesi ihtimalini artırmış olabilir. Yani İran artık ‘nükleer anlaşmaya’ geri dönmekten istemiyor denebilir. Zaten ‘2015 nükleer anlaşmasından’ önce de İran’da Batı ile uzlaşı sağlanmasının faydasız olduğunu düşünen bir ekol varlık gösteriyordu. Eski iran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in sızdırılan açıklamaları bu kesimin yönetimdeki etkilerini kanıtlar nitelikteydi. Zarif, ABD’nin saldırısında öldürüle Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin ‘anlaşma konusunda hevesli olmadığını’ ima etmiş ve İran’ın diplomatik kazanımlarını feda etmek zorunda bırakmakla suçlamıştı. Zarif’e göre nükleer anlaşmada elde edilebilecek ek kazanımlar sahadaki gelişmeler lehine terk edilmişti ve İran’da her şeyi güvenlik çerçevesinde değerlendiren bir ekip vardı.  
 Ukrayna krizinin ortaya çıkardığı iki mesaj ne daha önce ne de bugün anlaşmaya hevesli olmayanların konumunu pekiştirdi: 
1-Washington ve ardından Avrupa Birliği, İngiltere ve Japonya’nın, Rus varlıklarını dondurma ve Moskova'nın yurt dışındaki döviz rezervlerine erişimini engelleme kararı Tahran’ı endişelendirdi. Tahran yönetimi, nükleer gücünden ve diğer meselelerde taviz vererek küresel güçlerle bir nükleer anlaşmaya varması durumunda, burada elde edeceği imtiyazların, uluslararası toplumla ilk ciddi anlaşmazlıkta yitirilebileceğini gördü. Muhtemel kazanımların kırılgan olacağını ve kendisini ‘korsanlığa’ karşı koruyamayacağını değerlendirdi. Sonuç olarak İran, uluslararası ekonomik ve finansal sisteme daha az dahil olmayı kendi çıkarları açısından tercih edebilir. Ayrıca İran'ın 2015 anlaşmasının sonuçlarıyla, özellikle ekonomik olanla ilgili tecrübesi, Tahran'ı veya en azından anlaşma konusunda hevesli olmayan ekibi, ekonomik kazanımların fiili etkileri konusunda ikna etmiş değildi. Anlaşmadan sonra enflasyon oranlarında ciddi bir iyileşme olmadı ve ulusal para birimi değer kaybetmeye devam etti.  
Tahran, Washington ve müttefiklerinin Rusya karşıtı adımlarına verilen uluslararası tepkileri dikkatle izliyor. Pekin ve Yeni Delhi gibi dünyanın belli başlı başkentlerinde, uluslararası ekonominin kuralları üzerindeki Batı hegemonyasına direnmek için ne gibi hazırlıklar yapıldığını takip ediyor. İran, Batı'ya meydan okumak ve kendisine uygulanan yaptırımların kıskacından kurtulmanın yollarını bulmak için ABD hegemonyası karşıtı eğilimlerden yararlanabileceğine inanıyor. 
İran Gümrük Ofisi'nden alınan verilere göre Çin, ABD baskısına açık bir şekilde meydan okuyarak geçen yıl İran’ın ihracatının yüzde 30’unu tek başına karşıladı.  Çin, İran’dan geçen yıl gerçekleştirdiği petrol ürünleri dışındaki emtialara 14 milyar dolar ödedi. Bu yılın başında Çinli ve İranlı üst düzey yetkililer, iki ülke arasında çeşitli alanlarda iş birliğini öngören 25 yıllık bir anlaşma imzaladı. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Stratejik İşbirliği Anlaşması’nın yürürlüğe girdiğini duyurdu.  
Özetle ifade etmek gerekirse; kırılgan kazanımları koruyamama korkusu ve Tahran'ın dünyanın değiştiğine ve Amerikan baskılarına dayanmasına yardımcı olacak çıkış yollarına sahip olabileceğine dair izlenimleri, nükleer bir silaha sahip olmanın, anlaşmaktan daha iyi olabileceği yönündeki eğilimlerin güçlenmesiyle sonuçlanabilir. Nükleer bir silaha kavuşulabilmesi, artık yaşlılık alametleri belirmeye başlayan rejimin iç dinamikleri açısından da önemlidir. İran’daki seçmenlerin yarıdan fazlasının cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmamış olması, 2009'daki Yeşil Hareket'ten bu yana yaklaşık dört büyük halk ayaklanmasının ardından, devletin meşruiyetini sorgulayan muhalif hareketlenmenin son işaretlerinden biriydi. Bu aşamada İran’daki siyasi karar vericilerin aklındaki öncelik rejimi ayakta tutmak olacaktır. Tahran’ın attığı ya da atmadığı adımlar da bu önceliğe göre belirlenecektir. İran gibi devrimci bir rejim, daha önce 2015'te verdiği tavizlerin, kendi kamuoyunda imajını düzeltmediğini görmüştü ve şimdi yeniden bu tavizleri vermesi, varlığına bir tehdit oluşturma ihtimali söz konusu olabilirdi.  
İran, Joe Biden'ın zayıf liderliğini iki şekilde değerlendiriyor. Zayıf ABD yönetiminin, Tahran'daki rejim için bir kazanç olarak değerlendirilebilecek bir ‘nükleer anlaşmaya’ varılabilmesi için bir fırsat doğurduğu gerçektir. Ancak öte yandan, kalıcı olmayacağı değerlendirilen bir anlaşma, sadece İran kamuoyuna yönelik gurur okşayıcı mesajlar vermek anlamına gelecektir. Nitekim ABD’nin iç siyasetindeki durum son derece değişken olup Biden ile anlaşmaya varılsa dahi ileride bu anlaşma anlamsızlaşabilir. Kongre seçiminde Cumhuriyetçiler çoğunluğu el gerçirebilirse muhtemel bir anlaşma tamamen iptal edilebilir. Tüm bunlar, ‘2015 nükleer anlaşmasına’ dönüş şansının gün geçtikçe daha da azaldığını göstermektedir. İran da kendini, nükleer anlaşmanın başarısız olması ihtimaline, daha fazla balistik füze üretip Irak, Lübnan ve Yemen’de daha fazla güç gösterisinde bulanarak hazırlanacaktır. İran, Gazze ve İsrail ya da İsrail Arapları ile Yahudi yerleşimciler arasındaki gerginlik dalgasının üzerinde sörf ederek güç gösterisini İsrail’e dek taşıyabilir. Lübnan ve Golan Tepeleri de bu dönemde gerginliklere sahne olabilir.  
İran rejimi, gün geçtikçe, nükleer bombanın rejimi koruduğu Muammer Kaddafi modeli yerine, kitle imha silahının yeteneklerinden vazgeçmeyen Kuzey Kore modelini benimsemeye ikna oluyor. Bu anlayışa göre nükleer silaha sahip olmak rejimi korumanın güvencesini oluşturmaktadır. Büyük olasılıkla İran, Viyana müzakerelerini nükleer alandaki ilerlemesi için bir örtü olarak kullanıyor. Tahran bu süreçte ABD karşıtı bölgesel liderliğini pekiştirmek istemektedir. Diğer yandan İsrail, İran’ın nükleer bir silah üretememesi için sabotaj saldırılarını artıracaktır. Tüm bunlar Ortadoğu’nun, yanlış zaman ve yanlış mekânda ortaya çıkan bir kıvılcımla büyük bir yangına maruz kalmasına neden olacaktır.