Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

ABD meselesinin 3 yönü

Değerli okuyucularım; ABD ve seçimleri hakkında devam eden bu tartışma, yorum ve analizlerden sıkılıp bıkmış olabilirsiniz ama yine de bu yazıyı okuyacağınızı umuyorum.
Zira bıkkınlığın nesnel karşılığı, ABD Başkanlık seçimlerine yoğun bir heyecan ve büyük ilgi duymak, bu uzak kıtada olup bitenleri takip etmek amacıyla saat farkını göz önüne alarak, CNN ve Fox News izlemek için uzun saatler oturmaktır.
Dolayısıyla sizlere seçimlere ilişkin yasal ve anayasal kuralları açıklarken, kandırmıyorduk. Defalarca dillendirilen, Trump'ın Beyaz Saray'dan kolayca ayrılmayacağı, seçimlerin güvenirliğini sorgulayacağı, Demokrat rakiplerini sahtekarlıkla suçlayacağı, yasalar kendisine izin verdiği kadar Beyaz Saray’da kalmaya devam edeceği tahminlerimiz de abartı değildi. Nitekim doğru çıktı.
Bundan bahsetmişken, ABD’de daha öncede benzer bir durum yaşanmıştı. ABD’nin ikinci başkanı ve 8 yıl George Washington’un yardımcılığı görevini üstlenen John Adams’ın (1779-1801) tek dönemlik başkanlığı, temsil ettiği (şimdiki Cumhuriyetçi Parti’ye benzeyen) Federal Parti ile üçüncü başkan Thomas Jefferson’un (1801-1809) liderlik ettiği ve (o dönem Demokrat Parti’ye benzeyen) Cumhuriyetçi Parti arasındaki nefret, kin ve bölünme ile dolu acı bir dönemdi. Burası anlaşmazlık ve çekişmenin nedenlerini konuşmanın yeri değil.
Adams kısaca seçimleri kaybettikten sonra, ilk sakini olduğu Beyaz Saray’dan ancak son anda ayrıldı, rakibini selamlamadan ve yemin törenine katılmadan doğrudan Boston’a gitti (tamamen şimdi olduğu gibi).
Bunu bugünün geçmişe ne kadar benzediğini göstermekten ziyade, ABD siyasi sisteminin belki de reforma ihtiyacı olduğuna işaret etmek için anlattım.
Geçmişten örnek verdiğim bu hadiseden sonra, başkanlık seçimlerini daha sorunsuz ve meşru kılmak için ABD anayasasındaki 12’inci değişiklik yapıldı. Peki bugün, yeni bir düzenleme gerekiyor mu?
Kesin olan şu ki; mesele yasal ve anayasal bir boyuta sahip. Seçimlerin gerçekten meşru olup olmadığının değerlendirilmesinde bir belirsizlik görülüyor. Joe Biden hem seçmenlerin hem de seçiciler kurulunun çoğunluğunun oyunu aldı. Öte yandan, mevcut Başkan Donald Trump da seçimlerde sahtekarlık yapıldığı suçlamalarında tamamen haksız değil. Demokratların, ölü kişiler adına kullanılan veya posta yoluyla kullanılıp sahte imzalar taşıyan oyların toplamı ile Biden’ın aldığı oy sayısı arasındaki farkın az olduğu gerekçeleri, Amerikan medya organları sabah akşam bunu tekrarlasalar da yasal bir gerekçe olmayıp pragmatiktir. Bu konudaki iddialarını doğrulayacak argümanları sunamamasına rağmen iddialarını sürdürdüğü için Trump’ın inatçılıkla suçlanması, Biden’ın bazı destekçilerinin veya Trump’tan ayrılanlarının tanımına göre “en güvenilir” seçimlerde suç işlenmiş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Biden kazanıp Trump kaybetmiş olsa da,  Trump’ın bir yerdeki oyunun ilk sayımda 2700 iken, daha sonraki sayımda aslında 3301 olduğunun keşfedildiği de bir gerçek.
Apple, Microsoft ve Silikon Vadisi’nin bulunduğu bir ülkede bu nasıl yaşanabiliyor? Bütün bunlar, ABD’ye birçok yasal ve anayasal kusuru olan bir ülke görüntüsü veriyor. ABD’nin nasıl sahtekarlıkta bile dünyadan ayrılabileceğini gösteriyor. Zira genellikle seçimlerde sahtekarlığı iktidar yapar, burada ise muhalefet yapıyor.
Meselenin siyasi yönü çok daha orijinal görünüyor. Yukarıda verdiğimiz Adams-Jefferson örneğinde, anlaşmazlık konusu, dışarıda Fransız Devrimi akabinde Avrupa’da görülen İngiliz-Fransız çekişmesine karşı benimsenecek tutum, içeride de “Yabancı ve İsyana Teşvik” Yasası idi.
Bunu bugüne, Trump ile Biden’a uyarlarsak, dışarıda ABD’nin dünyadaki konumu, içeride de göç ve medyaya karşı tutum şeklinde ortaya çıktığını görürüz.
Bununla birlikte, ne Trump Adams ne de Biden Jefferson gibidir. Gerçek şu ki, bugün ABD, dünya liderliğinden sağlık sigortasına kadar tüm hayati konularda bölünmüş durumda. Merkezi yönetim ile eyalet yönetimlerinin hakları, siyahlara ve diğer azınlıklara yönelik tutum konusundaki eski anlaşmazlıklar devam ediyor.
Oysa Bağımsızlık Bildirgesi’nde tüm insanların eşit, yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışında olmak gibi kutsal haklara sahip oldukları ifade ediliyor.
Her zaman şeytanın ayrıntılarda gizlendiği söylenir, ancak gerçekte anayasayı açıklayan yasalarda gizlenir. Bunları ise Yüksek Mahkeme’nin oyları ve kararları belirler.
ABD meselesinin üçüncü bir ideolojik yönü de vardır. Bağımsızlık Bildirgesi ile anayasa arasında ortaya çıkan çelişki nedeniyle bu kısmen eskidir. Bu ikisi arasında, eşitlikten özgürlüğe ve hatta mutluluk arayışına kadar başlıca düşünsel meseleler, medyadaki teknolojik gelişmelerin onlara genellikle yaralayıcı bir piyasa dokunuşunda bulunduğu entelektüel ve felsefi derinliklere sahiptir. Yazılı basının, medyanın tek yaygın aracı olduğu zamanlarda bile Adams, Yabancı ve İsyana Teşvik Yasası’nı gazetecilere karşı kullanarak veya basitçe başkalarını ihanetle ya da halk düşmanı olmakla suçlayarak, bugün daha gelişmiş imkanlara sahip Beyaz Saray’daki halefinden geri kalmadı.
Bugünün Demokratları da rakiplerinin başkanlık dönemi boyunca, kendisi ile 2016’daki başkanlık seçimlerindeki Rus müdahalesi arasında doğrudan bir bağlantı arayıp durdular. Bu suçlamaların arkasında etik olan ile olmayan hakkındaki ideolojik yargılar vardı.
Evanjelikler, ötekini şeytanlaştırma sürecinin bir parçası oldular. Başkanlık seçimlerini kanlı kılan, George Floyd'un öldürülmesinden sonra büyük ABD şehirlerinde meydana gelen çatışmaların yanı sıra, anlaşmazlığın Temsilciler Meclisi ve Senato'nun çalışmalarını bir yandan dünya önünde, diğer yandan Amerikan halkının önünde felç eden bir noktaya ulaşmasıdır.
ABD meselesinin bu üç yönü, bazıları ekonomik ve sosyal, bazıları da cumhuriyetin başından beri var olan ve son seçim deneyiminin yakın gelecekte de sona ermeyeceğini gösterdiği tarihsel yönleri dışlamaz. Bunlardan biri de bölgesel ve teknolojik yöndür. Demokratların kıyı, endüstriyel, teknolojik olarak gelişmiş ve eğitimli eyaletlerde, Cumhuriyetçilerin ise tarım ve petrol endüstrisinin bulunduğu orta ve güney eyaletlerinde bulunması bir tesadüf değildi. Her halükarda ve 150 milyona yakın oyla Amerikan tarihinin en büyük katılımlı seçimleri olsa da, ABD’deki bölünme  yasal, politik veya ideolojik gerçeklerden ziyade demografik ve coğrafi ayrımı temsil ediyor. Bütün bunlara rağmen, Amerikalılar dünyanın onlara ve seçimlerine gösterdiği ilgiden dolayı mutluluk duyabilirler. Ama bilmedikleri veya bilip de görmezden geldikleri ya da mevcut başkanları gibi ilgilenmedikleri şey, dünyanın yaşadıkları bu bölünmeden, birçoğunun düşünmek istemeyeceği sonuçlara ulaşabileceğidir.
Bu, demokrasi ve Amerikalıların nesiller boyunca dünyanın inanmasını istediği gibi ideal yönetim sistemi olup olmadığı ile başlayıp, diğer ülkelerin yükselişinin gölgesinde ABD’nin dünyadaki konumunun ne olacağı şeklinde devam eden soru işaretleriyle dolu uzun bir listedir.