İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Rusya, devlet kurumlarına “alternatifler” deniyor

Rusya’nın şu sıralarda sahne olduğu şeyler bizi gerçekten şaşırtmalı mı?

Hiç sanmıyorum!

Üniversitede siyaset bilimleri eğitimi aldığım günlerden -belki daha öncesinden- beri Amerika’nın basitleştirici demokrasi tasavvuruna hiç ikna olmadım. ‘Amerika’nın kurucu babalarının’ “hak yol” ve hastalıklara şifa olduğunu düşündüğü bu siyasi ‘sistemin’ her zaman, her yerde ve her halk için belirli bir tanımının, sabit bir reçetesinin, sihirli bir formülünün ya da fıtri bir kabulünün olabileceğini kavrayamıyordum!

Tarih boyunca insanlar ve medeniyetler tutum oluşturmak, istişare etmek ve hatta iktidarın sınırlarını belirlemek için onlarca formül ve mekanizma geliştirdiler. Yerli Amerikalı kabilelerdeki ‘ak saçlı toplantılarından’ Afgan kabilelerdeki ‘Loya Jirga (Büyük Şura)’ da dahil olmak üzere Doğulu medeniyetlerin birçoğundaki ‘şura’ konseylerine, Birleşik Krallık adalarındaki ‘Magna Carta’dan (çeşitlilikleri ve farklılıklarına rağmen) ‘modern demokrasiler’ olarak bilinen yerlerde geliştirilen seçim modeline kadar hiçbiri arasında insanların kendiliğinden kabul ettikleri ve sanki kitlesel bir insan davranışının düsturuymuş gibi genellemeye uygun tek bir model hiç olmamıştır.

Mesela Rusya’nın hayat yolculuğunun bazı yönleri, Ahmed bin Fadlan’ın MS 10’uncu yüzyılda kaleme aldığı seyahatnamesinde tarif edilmişti. İbn Fadlan, o dönemde Halife el-Muktedir devrindeki Abbasi Devleti’nin durumuna kıyasla Rusya’nın çok geri kalmış, hatta barbarlığa yakın durumunu anlatmıştır.

Daha sonra Korkunç İvan (IV. İvan: 1530-1584), İmparator Büyük Petro ve II. Katerina devirlerinde iki önemli açılım ve medeniyet dönemlerinden geçen Çarlık yönetimini kurdu ve bu yönetim, 1917’de Bolşevik Devrimi’nin patlak vermesine kadar devam etti.

Çarlık/İmparatorluk yönetimi sırasında Rus devletinin yükselişine, yayılmasına, servetinin büyümesine ve mimari, bilim, müzik ve roman alanlarındaki kültürel hayatının dikkat çekici gelişimine tanık olundu. Ancak yönetim sisteminde veya siyasi düşüncesinde bu alanlara paralel bir gelişme görülmedi; varsa yoksa güç, dayatma, yayılma ve işgal hesapları… Velhasıl Kremlin, demokrasi oyununda iyi değildi…

Onun enkazı üzerinde Sovyet Bolşevik dönemi inşa edildi. Bu dönem, doğuda Pasifik Okyanusu kıyısı ile batıda Baltık Denizi arasında 22 kilometrekareyi aşan geniş bir toprak parçasında beraber yaşayan yüzlerce halk, kavim, dil ve din üzerindeki siyasi hakimiyete ait farklı bir tat verdi. Ancak Ortodoks Hıristiyan meşruiyeti ve yerel soyluların ittifakları ile çekişmeleri altındaki Rus egemenliğinin aksine komünist Bolşevikler, ulusal olmayan ve laik (en azından görünürde) ‘şura’ (Sovyetlerin ya da temsilî meclislerin anlamı budur) modeliyle, alternatif bir siyasi sistemin temellerini attılar. Gerçekten de bu çeşitlilik, Rusların ve Gürcü Yosif Cuğaşvili (Stalin) ile Ermeni Anastas Mikoyan gibi Rus olmayanların yanı sıra Hıristiyanları ve Yahudileri de içine alan ‘ilk Bolşevik liderliğin’ yapısında kendini gösterdi. Devletin sonraki on yıllarında liderliğe Kazak Din Muhammed Kunayev ve Azeri Haydar Aliyev gibi Müslümanlar da dahil oldu.

Evet, Sovyet devleti kademeli olarak ülkenin etnik bir ‘haritasını’ çizdi ve bu haritada daha yüksek oluşumlardan yani ‘15 Sovyet cumhuriyetinden’ başlayıp ‘özerk cumhuriyetlere’ ve onların da altında ‘ulusal/etnik bölgeler ve vilayetlere’ inen etnik ve kültürel bileşenlerinin büyük çoğunluğunu tanıdı. O dönemde 15 Sovyet cumhuriyeti arasında sadece 3 Slav cumhuriyeti (Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya) vardı. Bununla birlikte ülke nüfusundaki toplam Slav sayısı yaklaşık yüzde 70’ti ve bunların çoğu Rusya Federasyonu’ndaydı. Nüfus yoğunluğu bakımından ikinci sırada kahir ekseriyeti Müslüman olan Türk hakları izliyordu.

Gelgelelim teoride iyi ve adil olan bu sistem, uygulamada çeşitli sorunlarla yüzleşti. Siyasi düzeyde en belirgin sorunlar, istişare ve anlaşma mekanizmalarının zayıflığı, farklılıkları düzenleme becerisinin yokluğu, dışlama ve bazen de hain ilan etme dışında gerçekçi bir iktidar devrinin olmaması idi.

Ekonomik düzeydeki en ciddi sorun ise özellikle kamulaştırma, özel mülkiyet üzerindeki kısıtlamalar, kararın merkeziliği, dengeli ekonomik kalkınmanın yanlış uygulanması, cumhuriyetler arasındaki zenginlik ve kalkınma düzeylerindeki eşitsizlik ile bunun toplumsal yansımalarına ilişkin ideolojik ‘dogmatizm’di. Tabi bir de Sovyet devletinin kafasını karıştırıp çöküşünü hızlandırmış, Batı dünyasıyla yaşanan sürekli ekonomik savaş var.

Mevcut krizin ortasında üzerinde durulması gereken şey, Rusya’da (ya da Sovyetler Birliği’nde) saf askerî gücün hiç eksik olmamasıdır. İyi bir şekilde işleyip yatırım yaptığı pek görülmese de Rusya, doğal kaynaklardan hiç mahrum kalmamıştır.

Rusya, tarihi boyunca birçok noktada ‘katledildi’. Önce geniş toprakları içindeki halklarına ‘insani’ muamele etmeyi beceremedi. Sonra başkalarının ‘komploları’ ve yine o başkalarının sık sık ‘kuşatmaları’ bahanesiyle baskı yaklaşımında inatla ileri gitmek yerine, hataları düzeltme ve yolu yeniden çizme mekanizmalarını içeren esnek ve gerçekçi bir siyasi sistem icat edemedi.

Bilhassa ‘kuşatma’ zihniyeti gerek Sovyetler döneminde gerek sonrasında Moskova’ya pek çok fırsat kaybettirdi. Afganistan bataklığından Ukrayna çevresine ve Arap dünyasının husumetlerine kadarki yelpazede Rusya, Batı ile olan her rekabeti ‘kaba güçle’ çözmek zorunda değildi, çünkü bolca ‘yumuşak güç’ fırsatı vardı.

İran Devrim Muhafızları’nın Rusya versiyonu olarak, kendi vekalet savaşlarını yürütmesi için Kremlin tarafından oluşturulan paralı asker milislerinin meydan okuması ilginç değil.   

Moskova, dostlarının mezhepçi milisler ve haydutlarla yaptığı zorbalığa sessiz kaldı. Şimdi hastalığın dışarıdan içeriye yayılması artık şaşırtıcı olmaz. Dolayısıyla Wagner milislerinin bir devlet gibi davranmayı unutmuş devlet kurumlarına meydan okuması da şaşırtıcı değil.

Şiddet eken, şiddet biçer; zulme rıza gösteren kendi kanına susar; kurumları ortadan kaldıran, kurumların ‘alternatifleri’ tarafından ortadan kaldırılır.