Gazze Şeridi'nde olaylar spesifik görünüyor; direnişle karşılanan bir işgal, saldırı ve soykırım var. Aynı zamanda, arabulucuların iki ana tarafı da tatmin edecek bir anlaşma formüle etme çabaları bulunuyor. Anlaşma, bilhassa ABD başkanlık seçimleri, savaşı durdurmanın ve iki devletli çözümün gerekliliğine inandığını ifade eden Demokrat aday Kamala Harris'in zaferiyle sonuçlanırsa, daha etkili bir siyasi aktivizmin önünü açacak başka bir dönemin izleyebileceği bir ateşkes dönemini de içeriyor. Diğer büyük küresel güçlerden hiçbirinin yukarıda bahsedilenler üzerinde herhangi bir etkisi olmadığını ve ikili bir tutum içinde olsa da en büyük etkinin Washington'un elinde olduğunu söylemek doğru olur. ABD en ufak bir utanç duymadan, tüm gücüyle İsrail'i destekliyor ve aynı zamanda Demokrat bir yönetim altında bazen Filistinlilerin bazı haklarını destekleyen pozisyonlar açıklıyor, ancak bu pozisyonları gerçeğe dönüştürmek için herhangi bir gerçek adım atmıyor. İkinci kısım, kendi deyimiyle İsrail küçük olduğundan genişlemesine nasıl yardım edebileceği arayışında olan Trump’ın yeniden başkanlığı kazanması halinde tamamen değişebilir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Gazze Şeridi'nde olup bitenlerin netliği, ancak Gazze’nin birkaç hafta içinde nasıl görüneceğine dair tam bir belirsizliğin karşısında, işgal altındaki Batı Şeria'da birden fazla değişken örtüşüyor ve iç içe geçiyor. Orada bir Ulusal Otorite, İsrail işgali, aleni ve aleni olmayan direniş grupları var. Sınırlardan gelen dini ve siyasi etkiler bulunuyor. Ürdün, 2004’teki anlaşmaya göre Mescid-i Aksa'daki mevcut duruma dört noktada odaklanıyor. ABD’nin önemli bir rol oynadığı anlaşma Kral Abdullah ile İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından imzalanmıştı. Anlaşma, sadece Müslümanlara Mescid-i Aksa’da ibadet etme hakkı tanırken, Yahudiler de dahil olmak üzere turistlere ibadet etmeden burayı ziyaret etme hakkı tanıyordu. Ama bu şartlar Yahudiler tarafından yavaş yavaş aşılıyor. Bu halka, Filistin topraklarına göz diken, Batı Şeria'nın yalnızca Yahudilerin yaşadığı kutsal bir toprak olduğuna inanan İsrailli yerleşimciler ve bunların arkalarında duran, İsrail hükümeti içinde sağcı ve aşırılıkçı olarak etiketlenen liderler ile tamamlanıyor. Söz konusu liderler Batı Şeria'daki yerleşim yerlerinin genişletilmesini planlıyor ve bu planları uyguluyorlar. Yaptıklarının ilahi bir emir ve kutsal bir görev olduğuna inanıyorlar.
Bu taraflardan her birinin bir kısmı maddi, bir kısmı da manevi olan güçlü ve zayıf yönleri var. Etki ve nüfuzsa, gerçekliği değiştirme ve sahada yeni gerçeklikler yaratma konusundaki genel güç ve kapasite aracılığıyla elde edilir. Bu noktada, işgal altındaki Batı Şeria'daki doymak bilmez yerleşim eylemleri ve sistematik şiddet, halihazırda, özellikle Filistin Otoritesi’nin ve iki devletli çözüm ilkesinin, bir sonraki aşamada Filistin mücadelesinin, Mescid-i Aksa konusunda Ürdün'ün rolünün, Batı Şeria'yı kimin, hangi hukuki meşruiyete göre yöneteceği başta olmak üzere daha birçok konunun geleceğine ilişkin genel denklemleri yeniden formüle eden en önemli girdilerden.
Siyonist yerleşim yerlerinin genişlemesi ve yeni yerleşim merkezlerinin oluşturulması, ister İsrail tarafından meşru olarak tanımlansın ister tanımlanmasın, sonuç aynıdır. O sonuç da toprak koparmak ve mutlak bir biçimde imkansız olmasa da artık çok zor ve uzak görünen, devlet adında bir Filistin oluşumunun kurulmasına karar verilmesi halinde, bu toprakları varsayılan Filistin egemenliğinden çıkarmaktır. En önemli soru şu olmayı sürdürecek; Batı Şeria bölgesinin yaklaşık yüzde 40'ını kontrol eden bu kadar çok yerleşim yeri ile nasıl baş edilecek? Dahası bu yerleşim yerlerinin oranı, Oslo Anlaşmasına göre C Bölgesi olarak sınıflandıran ve su kaynakları, ormanlar ve yollar gibi Filistin doğal kaynaklarının en büyük yüzdesini içeren bölgede yüzde 68'e çıkıyor.
En zor soruysa, gün geçtikçe artabilecek yerleşimci sayısıyla ilgili. Açıklanan sayılara göre şu anda İsrail'in tabiriyle yasal olan ve sayısı 176’ya ulaşan yerleşim yerlerinde 500 bine yakın yerleşimci bulunuyor. Birçoğu doğrudan askeri koruma ile birlikte yasallaştırılacak 185 yerleşim yerinin eklenmesiyle bu sayı yaklaşık 720 bin yerleşimciye yükselecek. Bu durumda toplamda sayıları 3 milyon 500 bin olan Filistinliler ile karşılaştırıldığında, her beş Filistinliye bir yerleşimci düşüyor. Başta Batı Şeria olmak üzere Filistin topraklarına yönelik Siyonist yerleşim stratejisi, bu oranı yakın vadede her üç Filistinliye bir yerleşimci şeklinde değiştirmeyi amaçlıyor. Daha sonraki aşamada ise bu oranın her Filistinliye bir yerleşimci şeklinde olmasını hedefliyor. Bu da söz konusu stratejiye göre çatışmanın niteliğini, Filistin topraklarının yasa dışı işgalinden, fiili sakinler arasındaki toprak anlaşmazlığına dönüştürecek. Yerleşim stratejisinin planlayıcıları ve uygulayıcılarına göre bu, İsrail egemenliğinin Batı Şeria'nın tamamına dayatılması talebini meşrulaştıracak ve iki devletli çözümü fiilen sona erdirecek.
Beyt Salim Örgütü'nün İsrail'in Filistin topraklarındaki yerleşim faaliyetlerine karşı yürüttüğü ve İsrail ile Filistin resmi istatistiklerine dayanan çalışmalarında çok ilginç bir gerçek ortaya çıkıyor. İşgal altındaki bölgelerde İsrailli bir kadın yerleşimcinin üreme oranı 7,3 doğuma ulaşırken, İsrail'deki üreme oranı 3,2 doğum ile sınırlı kalıyor. Filistinli kadınların doğum oranı ise sadece 3 doğuma kadar gerilemiş durumda. Bu da toprak sahiplerinin sayısındaki artışa kıyasla yerleşimcilerin sayısında artışa daha büyük bir ivme kazandırıyor. Özellikle dindar yerleşimcilerin yaşadığı yerleşim birimlerinde aile başına yedi çocuk düşüyor ve yerleşimi destekleyen örgütler ile devlet kendilerine büyük maddi destek ve büyük ekonomik teşvikler sunuyor. Bunların arasında doğan her çocuğa karşılık büyük bir maddi ödül de var. Filistin Ulusal Otoritesinin yaşadığı genel zayıflık göz önüne alındığında, tüm boyutlarıyla İsrail yerleşimciliğine karşı bir Filistin stratejisi düşünmek oldukça zor görünüyor. Zira onun için acil öncelik, mevcut İsrail hükümetinin izlediği tecrit tehlikesinin ve halkın Otorite ile sembollerine karşı öfkesinin arttığı bir dönemde, Otoritenin hayatta kalmasını sağlamak ve bizatihi varlığını korumaktır.