İmil Emin
Mısırlı yazar
TT

Suudi Arabistan ve Filistin meselesinin değişmezleri

Suudi Arabistan Krallığı, Filistin davasına ilişkin onlarca yıldır değişmeyen veya değiştirilmeyen sabit pozisyonlarını bir kez daha vurguluyor.

Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Şura Konseyi'nin 9’uncu oturumunun ilk yıl çalışmalarının açılışını yaparken, Filistin davasının ülkesinin endişe ve gayretlerinin ilk sırasında yer aldığı değerlendirmesinde bulundu. İsrail'in kuşatma altındaki Gazze Şeridi'nde işlediği suçları kınarken, Riyad'ın Filistin devleti kurulmadan İsrail ile diplomatik ilişki kurmayacağını vurguladı. Ayrıca İsrail'in uluslararası hukuku ve insancıl hukuku göz ardı ettiğinin ve bunun da Filistin halkı için yeni ve derin bir acılar dönemine neden olduğunun altını çizdi.

Veliaht Prens’in dediği gibi Krallık, başkenti kutsal Kudüs şehri olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması yönündeki yorulmak bilmeyen çalışmalarını durmadan sürdürecek. Ayrıca Filistin devletinin uluslararası alanda tanınmasını desteklemek için tüm gücünü aktive etmek için hiçbir çabadan kaçınmayacak. Veliaht Prens, Suudi Arabistan’ın uluslararası meşruiyeti somutlaştırmak için Filistin devletini tanıyan ülkelere teşekkür ettiğini ve dünyanın geri kalanını benzer adımlar atmaya teşvik ettiğini de belirtti.

Bu açıklamalar, kurucu babaları Kral Abdulaziz el-Suud'dan bugüne kadar Filistin davasında değişmez ve kendisine, diğerlerine karşı dürüst ve sadık olan Suudi Arabistan anlatısına yeni bir eklemedir.

1926 yılı geldiğinde İngiltere, Filistin halkının tarihi haklarını yutmanın zeminini hazırlamak amacıyla, Filistin topraklarındaki varlığını kökleştirmek için var gücüyle çalışıyordu. O zaman Suudi Arabistan bunu açık ve net bir biçimde reddetti.

Kral Abdulaziz daha sonra Vadi Al-Akik toplantıları kapsamında yürütülen müzakereler sırasında İngilizlerin yapmaya çalıştığı pazarlıkları reddettiğini açıkladı ve o gün o meşhur sözünü haykırdı: “Ümmetin sabit haklarından feragat edilemez.”

Koşulların gelişmesi üzerine 1935'te Kurucu Baba, İngiliz sömürgeciliğinin rahminden doğan krizin koşulları hakkında bilgi edinmek için Veliaht Prensi Faysal'ı Filistin topraklarına gönderdi ve bu adımla dünya, Krallığın eylemlerinin sözleriyle örtüştüğüne tanık oldu.

Filistin davasına hizmet etmeye ve onu maddi ve manevi olarak desteklemeye yönelik uzun yoğun çabalar yolculuğu boyunca, Hadimul Haremeyni Şerifeyn Kral Selman bin Abdulaziz'in, Filistin davasının Krallığın birinci davası olduğunu ve Filistin halkı tüm meşru haklarını elde edene, en önemlisi de başkenti kutsal Kudüs şehri olan bağımsız bir devlet kurana kadar böyle olacağını vurgulayan sesinin sürekli yükseldiğini görüyoruz.

Suudi Arabistan diplomasisinden gelen, bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik güvenilir, geri dönülemez ve geri adım atılamaz bir yol bulunmasının ve Filistinlilerin dünya çapındaki “dağılma, kaybolma ve yerinden edilme” dönemlerine son vermenin gerekliliğini talep eden çağrılar durmadı.

Gazze krizi sırasında Suudi Arabistan’ın açıklamaları belki de birçok kez açık, net ve yüksek sesliydi. Bunlardan biri de Veliaht Prens'in bu yılki Hac mevsiminde Gazze'deki kardeşlerimize yönelik saldırıların derhal durdurulması için uluslararası topluma hızlı ve etkili bir şekilde müdahale etme, Gazze Şeridi'nde insanların canlarının korunmasını sağlayacak her türlü tedbiri alma çağrısında bulunduğu açıklamasıydı.

Her halükârda, Suudi Arabistan’ın bu alandaki aktivizmi etkili ve başarılı görünüyor, davanın haklılığını pekiştiren tüm olumlu uluslararası çabaları destekliyor ve motive ediyor. Bunun son sahnesi, birkaç gün önce, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı'nın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun acil bir özel oturumda oylanan İsrail’in işgal altında bulunan Filistin topraklarındaki yasadışı varlığını sona erdirmeye ilişkin bir kararı kabul etmesini memnuniyetle karşılamasıydı.

Mevcut BM Genel Kurulu faaliyetleri kapsamında Krallık, Filistin meselesinde Arap Barış Girişimi ve uluslararası meşruiyet kararlarına uygun olarak adil ve kapsamlı bir çözüme ulaşmak için pratik ve inandırıcı adımlar atılmasının gerekliliğini vurguladı.

İnsan sıklıkla şunu merak ediyor; İsrail, Mart 2002'de Beyrut'ta düzenlenen Arap Zirvesi'nde önerilen Suudi Arabistan’ın kapsamlı barış girişimini kabul etseydi ne olurdu?

Tel Aviv ve siyasetçileri ne yazık ki “kaçırılan fırsatlar” alanında yarışıyor. Netanyahu hükümeti, iki devletli çözümü reddettiğini sabah akşam alenen duyuruyor ve uluslararası kararları hiçe sayıyor.

İsrail zihniyetine hâkim olan tek kavram askeri operasyonlar gibi görünüyor. Yaralı Gazze'den Güney Lübnan'a geçiyor ve bu da bölgeyi, feci sonuçlarını kimsenin bilmediği geniş bir bölgesel savaşa sürüklemekle tehdit ediyor. Bilhassa son telsiz ve çağrı cihazlarını patlatma operasyonundan sonra insanların içlerindeki ve kalplerindeki yangını körüklüyor.

Mevcut İsrail liderliğinin sorunu, mevcut durumun hesaplarını, dengelerini, mevcut ittifaklarını ve güçlerini hesaba katması ve gelecekteki değişkenleri ve sürprizleri, hayatın en büyük imparatorluklara yaşattığı felaketleri ve onlarla alay etmesini, bu imparatorlukların peşinden gidenlerin ve yörüngesinde dönenlerin başlarına neler geldiğini unutması veya unutmuş gibi yapmasıdır.

Sonsuza kadar bıçak ucunda yaşamanın hiçbir faydası olmadığı gibi, hak sahiplerine haklarını vermeyi reddetmek de gelecek nesillere yüksek ve maliyetli bedeller ödetecektir.

Barışa giden yol İsrail'e bağlıdır ve Suudi Arabistan Krallığının yalan ve sahtelik dönemlerinde haykırarak söylemeye çalıştığı hakikat de budur.