Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Nasrallah suikastından sonra Arapların sorumluluğu

Öncesinde ve sonrasındaki suikastlar ve İsrail hava saldırıları ile birlikte Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'a düzenlenen suikast, Lübnan ve tüm Ortadoğu için ender bir dönüm noktasını temsil ediyor. Yaklaşık 30 yıl boyunca Nasrallah, Hizbullah'ın yükselişini ve onun Ortadoğu'da İran'ın vekili olarak hareket eden zorlu ve büyük bir askeri, güvenlik ve siyasi güce dönüşmesini somutlaştırdı. Ama şimdi Hizbullah kendisini benzeri görülmemiş bir kaosun içinde buldu ve bu da Arap ülkelerinin Lübnan'a dönmesi ve bölgedeki jeopolitik sahneyi değiştirmesi için stratejik bir fırsat sağlıyor.

Uzun yıllar etkin Arap ülkeleri Lübnan'ı kaybedilmeye mahkûm bir savaş olarak ele aldılar. Bunun nedenleri arasında mezhepçi çatışmaların karmaşıklığı, arenanın merhum Başbakan Refik Hariri gibi ilham veren liderlerden yoksun olması, en önemlisi, Hizbullah ve İran'ın siyasi sistemin kılcal damarları ve kurumlarının hareketleri üzerindeki kontrolü sayılabilir. Lübnanlıların içi boş direniş anlatılarından, tekrarlanan çatışmalardan, ekonomik ve finansal çöküşten yorulması ile birlikte Hizbullah'ın kaçınılmaz yenilgisinin bıraktığı boşluğun stratejik önemi buradan kaynaklanıyor.

Hizbullah, son yıllarda yaşanan tüm kargaşanın sponsoru olan İran projesinin bölgedeki baş tacıydı. Söz konusu proje milislerin yükselişine, Tahran'ın Lübnan, Irak, Yemen, Suriye, Filistin, Sudan ve diğer yerlerdeki merkezi hükümetlerin zayıflığından yararlanmasına ya da zayıflatmaya çalışmasına dayanıyordu. Kasım Süleymani'nin dehası kısa sürede bu milisleri İran'ın bölgesel rolünün ve nüfuzunun temel direkleri haline getirdi. Bu proje şimdi Humeyni devriminin 1979'dan beri inşa ettiği her şeyi yutan kara bir stratejik delikle karşı karşıya bulunuyor.

Gerçek şu ki, Lübnan'ın egemenliğini yeniden tesis etmeyi ve Hizbullah'ın kalan etkisini, İran'ın Lübnan siyasetindeki rolünün azaltılmasına olanak tanıyacak şekilde etkisiz hale getirmeyi amaçlayan proaktif bir Arap stratejisine acil ihtiyaç ve fırsat var gibi görünüyor. Yönetimin gerektirdiği tüm sıkıntılara, zaman ve çaba israfına rağmen Lübnan artık yönetilmesi gereken sorun değil; aksine Lübnan ve bölgenin menfaati için değerlendirilmesi gereken bir fırsattır.

Lübnan'ın kaos ve aşınma dönemlerinden daha zor bir döneme kaymasının veya toparlanma yoluna girmesinin, Arap ülkelerinin Lübnan'ı yeniden canlandırmak için gereken siyasi, ekonomik ve diplomatik sermayeyi yatırmaya ve böylece bölgedeki güç dengelerini yeniden şekillendirmeye hazır olup olmamasına bağlı olduğunu söylemek abartı olmaz.

Şimdi Lübnan'da herkes mağlup. Şii toplumunun yarası en yeni ve en acısı olsa da başkalarının yaraları da hâlâ taze. Bütün Lübnanlılar en zayıf durumlarıyla karşı karşıyalar ve hepsi yenilmiş.

Bu an, Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri liderliğinde Arap diplomasisinde, Lübnan'daki siyasi sistemin geri kalan temelleriyle doğrudan etkileşime geçme yönünde bir değişimi, önceki çekinceleri bırakmayı, geriye kalmış şahsiyetler ve güçlerle ilgili kötü deneyimlerin üstesinden gelmeyi gerektiriyor. Mesela Temsilciler Meclisi Başkanı Nebih Berri'yi Lübnan siyasi sisteminin kalıntısı olan geçmişinden sorumlu tutmanın zamanı değil. Aynı şekilde ordu kurumu, Maruni Kilisesi, Lübnan Kuvvetleri Komutanı Samir Caca ve Lübnan'ı yeniden canlandırma projesi için kuluçka makinesi oluşturabilecek diğer güçler de. Tüm bu güçler Hizbullah’ın varlığında başka, onsuz tamamen başka güçlerdir. 27 Eylül 2024’ten sonrasının gerçek anlamı budur.

Arap ve yabancı olsun Hizbullah ile anlaşma çağrısında bulunan herkes, bugün Lübnan'ın çektiği acıların sorumluluğunu taşıdığı için bilhassa Lübnan'ı krizlerle tek başına yüzleşmek zorunda bırakmak artık mümkün değil.

Lübnan'ın Arap kucağına dönmesi için öncelikle Lübnanlıları tek taraflı da olsa ateşkese zorlayacak bir diplomatik saldırının olması gerekiyor. Ardından Lübnan Cumhuriyeti için gerçek bir cumhurbaşkanı seçilmeli ve en güvenilen Lübnan seçkinlerinden oluşan bir hükümet kurulmalı ki, Arapların öncülüğünde bölgesel-Lübnan diyaloğu sırasında üzerinde mutabakata varılan ekonomik ve sosyal kurtarma planı uygulansın. Planın değişmez maddesi ise Lübnan’ın vekalet savaşları sahası olduğu dönemin sona erdiği ve tam aksine bölgesel istikrar kompozisyonunun önemli bir parçası haline geldiği olmalıdır.

Her şeyden önce Arap ülkeleri de bu anı, bölgedeki “direniş” ile ilgili kamusal anlatıyı yeniden şekillendirmek için kullanmalılar. Birkaç on yıldır Hizbullah meşruiyetini, Lübnan'da ve ötesinde derin yankı uyandıran bir anlatı olan İsrail'e karşı direniş fikri üzerine kurdu. Ancak bu direnişin bedeli Lübnan halkının bugün bildiği ve tattığı gibi ağır oldu. Nasrallah'ın öldürülmesi, odak noktasını direnişten yeniden inşaya, militarizasyondan diplomasiye kaydırma fırsatını temsil ediyor. Kara sınırlarının çizilmesi ve Şebaa Çiftlikleri meselesine nihai bir son vermek, tüm “direniş” dosyalarını nihai olarak emekliliğe sevk etmek için Arapların İsrail ve Suriye ile olan ilişkilerinden yararlanılmalı.

Başarısız olursak; Hizbullah'ın dağılmasıyla oluşacak boşluk daha aşırı unsurlar tarafından doldurulabilir. Bu da Lübnan'ı daha derin bir kaosa sürükleyebilir ve bölgeyi daha da istikrarsızlaştırabilir. İran'ın Nasrallah'ın öldürülmesinden sonra bile boş durmayacağı doğru ama İran ve onun Irak, Suriye ve Yemen'deki vekilleri de büyük bir baskıyla karşı karşıya ve onlarla mücadeleyi mümkün kılan da tam olarak bu.

Nasrallah suikastı, Lübnan'dan başlayarak bölgedeki karar merkezlerinin büyük bir kısmının milislerin kontrolünde olduğu bir dönemin olası sonunu temsil ediyor ve ufukta yeni bir sayfa açma fırsatı beliriyor. Peki, bu fırsatı yakalayacak mıyız?