Gerçeklik ve arzu arasında Hizbullah, ‘toparlanma ve zafer’ ikileminin tutsağı oluyor. Yok etme savaşından bir yıl ve destek savaşından iki yıl sonra ortaya çıkan gerçekler, akıl ve mantık çerçevesinde, Hizbullah’ın savaşta kazandığı zafer ve toparlanma süreci hakkında kendi kamuoyuna benimsetmeye çalıştığı veya inandırmak istediği yeni anlatının tam tersini ortaya koyuyor. Yani, gerçekleşmiş bir başarı ve sağlanan bir toparlanma üzerine kurgulanan hayali bir yeni anlatıdan söz ediliyor.
Rakamlar açısından konuşacak olursak, Hizbullah’ın uğradığı büyük kayıplar ‘yan hasar’ olarak değerlendirilemez. Özellikle liderlik, eğitim ve silahlandırma alanlarındaki kayıplar telafi edilemez nitelikte. Bu kayıplar ne Hizbullah Genel Sekreteri'nin etkisiz konuşmalarıyla (hem biçim hem içerik olarak) ne de siyasi ve manevi anlamda doldurulması imkânsız bir boşluğu kapatmaya çalışan lider ya da sorumluların tepkileriyle giderilebilir. Zaferin kendi destekçi kitlesine dayatılmaya çalışılması büyük riskler taşırken, tüm Lübnan halkına kabul ettirilmesi ise imkânsızdır.
Eylül 2024’teki deprem ve ardından gelen 66 günün artçı sarsıntıları arasında, kayıpların boyutu tam olarak ölçülemez ve bir yıl içinde toparlanma mümkün değildir. Söz konusu deprem, Hizbullah’ı, Lübnan’ı ve bölgesel ittifakı sarstı; yaklaşık kırk yılda inşa edilen askeri altyapı ile örgütsel üstyapının çok büyük bir kısmını yok etti. Bu depremi, Suriye’de tanımlanması güç jeostratejik artçı sarsıntılar izledi; bunların bir yıl içinde onarılması mümkün değil. 66 gün boyunca ve hemen ardından Suriye’de, daha sonra İran’da yaşanan gelişmelerle birlikte Beyrut’tan Tahran’a, Şam üzerinden uzanan coğrafyada jeopolitik dengeler değişti. Şam, bu eksenin haritalarından tamamen çıkarken, Bağdat ise 7 Ekim 2023’te atılan ilk kurşundan bu yana kendini bu denklemden uzak tuttu.
Zaferin ve toparlanmanın kendilerine has koşulları vardır, fakat bu koşullar şu anda mevcut değildir. Çünkü savaşın sonuçları yıkıcı olmuştur; düşman, askeri ve saha hedeflerinin çoğunu gerçekleştirmeyi başarmıştır. Bu gerçekleri reddeden ya da üzerini örtmeye çalışan herkes, inatçı bir inkâr hâli içindedir ve bu inkârın arkasına saklanarak, siyaseti sürdürmeye ve Lübnan’daki önceki koşullara dayalı konumunu ve rolünü korumaya çalışmaktadır. Ancak bu koşullar artık geçerli değildir. Hizbullah’ın yeni gerçekliğe uyum sağlamayı reddetmesi, onu içeride yan cephelerde savaşlara yöneltmekte; bu savaşlarda devlete ve topluma karşı üstünlük kurmaya, popülist davranışlarla geçmişteki gücünü koruyabileceğine inanmaya çalışmaktadır.
Toparlanma ise zor, hatta imkânsızdır; çünkü bunun için yetenek, kapasite, kaynak, coğrafi avantaj ve zamana ihtiyaç vardır ki bunların çoğu artık mevcut değildir ya da erişilemez durumdadır. Toparlanmadan kasten bahsedilmesi ise hakikatle gerçeklik arasında bir kopuşu ve çelişkiyi yansıtır. Yine de bu söylem bazı mesajlar içermektedir. Hizbullah’ın Tahran ile olan bağı, İran’ın ve Hizbullah’ın olası yeni bir İsrail saldırısı beklentisiyle, her iki tarafı da yeni bir çatışmaya hazır olduklarını göstermeye zorlamaktadır. İç siyasette ise bu söylemin iki yönü vardır: Birincisi, Hizbullah’ın çatışma için eski konumunu ve hazırlık düzeyini yeniden kazandığını ima etmektir; ikincisi ise, silahlarını teslim etme fikrinin kesin olarak reddedildiğini vurgulamaktır.
Hayali bir ‘zafer ve toparlanma’ ikilemi, Hizbullah’ın içinde bulunduğu zayıflık krizini inkâr etme çabasıdır. Bu durum, kontrol kaybı korkusunu da açıkça ortaya koymaktadır. Bu yüzden Hizbullah, yıkımı önlemek ya da olası bir çöküşten kaçınmak için hayali bir anlatıya başvurarak topluca gerçeği inkâr etme stratejisine yönelmektedir.